Zula’nın bardaki lindy hop tarzı dans performansına hayran kalıp filme başladım. Daha başlarda filmdeki perspektifler, yüzlerdeki soğukluk ve çaresiz, bir şeyleri kaybetmiş gibi asılı ifadeler bu filmin görsel şölen yaşatacağını gösterdi. Yönetmenin Ida filminden de alışık olduğumuz benzer sinematografiyi burada da görmüş olduk diye düşünüyorum. Wiktor’un gelenekselci politik görüşleri Zula’nın kariyer planları derken bu iki karakter birbirine taban tabana zıttı. Aralarındaki aşkı tam hissedememek bir yana tenselliği de göremedim. Ama Zula’nın sahnede şarkı söylerken, dans ederken birden çöken ifadeleri dudak mimikleri ve o bakışları çok etkiledi. Onda aşktan çok öfke, hırs, kaybolmuşluk vardı. Belki de yönetmenin amacı buydu: o aşkı yüzeysel hissetmemizi istedi. Çünkü iki uçurumun başında birbirine aşık karakterlerin arasındaki uzaklılık sadece politik görüşleri değil aynı zamanda tarihin onlara yaşattığı mesafelerdi. Ülkelerin o soğuk ilişkilerini iki aşık üzerinde de hissetmiş olduk. İki kayıp insan her seferinde birbirini bulup tekrar kaybediyordu, aşktan çok gereksinim gibiydi. 


Film boyu süren siyah beyaz ve yanık halk türküleri... Şahsına münhasır Zula’nın sert tavırları şu türküyü söylerken kayboluyordu: İki kalp, dört göz gece gündüz ağlıyordu.

Bu türkü onlarındı. Coğrafyaların kaderiyle iki insan da soğuk savaşı yaşıyor.