Bir şarkı ezgisi var kafamda dolanan, sessiz ve anlamsız bir çizgi halinde... Bir sigara daha içmeli miyim? Hayır mı? O zaman duvarı izlerim. Odayı aydınlatan sarı ışıkların vurduğu duvarı... Annemin suratına benziyor duvar. Ona sarılıp ağlayabilir miyim? Yine mi hayır? Tahmin etmiştim. Seni huysuz piç. Kafamın içindesin. Elma düşlüyorsun. İçinde solucan olması senin umurunda değil. Bencilsin. Dişlerin sararmış, ruhun kararmış. Bana benziyorsun. Kafanı buz dolu suya sokmak istiyorsun. Dur, bu benim düşüm olabilir. Sahi, ben ne düşlüyorum? Okyanusun üstünde yürüyen bir uzaylı mı, kocaman kafasını taşımakta zorlanan bir bebek mi?


Yaz sıcağı vücudumu eritiyor. Derime karışan terler, kıllı ellerimin arasında kirli ayakkabılarıma damlıyor. Ama kravatım yerinde, sağlam ve beni yakışıklı gösteriyor. Suratımda çapkın bir gülüş, bulutların üstünde yürüyorum. Tanrı özel jetiyle geçiyor yanımdan. Kafamdaki ezgiyi duymadan... El sallıyorum. Oralı olmuyor. Ağlamak istiyorum ama bulutlara saygısızlık yapmak istemiyorum. Tüm gün ağladılar. Gökyüzünde yapayalnız bir bebek gibi... Elimi omzuna atıp teselli etmeli miyim? Aziz olmadığımı hatırlıyorum, yer yüzüne dönüyorum. Görüyorsun işte. Beni kendine benzettin.


Yaşlı bir ihtiyar, boş adada ayakta dikiliyor. Elinde bir tabanca. Odanın renginden hoşnut değil. Karısı öldüğünden beri o sikik rengi değiştirmeyi düşlüyor. İşte elinde şans. Silahı kafasına dayıyor ve tetiği çekiyor. Yankılanan bir ses ve duvara fışkıran kanlar… Oda, kırmızıya boyanıyor. Ölü gözleri bayram ediyor. Karısının da yeni boyanmış odayı görmesini diliyor. Yolda top oynayan bir çocuğu at arabası eziyor. İsa’yı öldürdüğünü haykıran bir adama şimşek çarpıyor. Bir kadın hıçkırıklarına boğuluyor. Yalnız bir adam ise sessizliği keşfediyor. Kimseye buluşunu anlatamaması ne büyük kayıp.


Kafamın içindeki ezgi durmuyor. Ders çalışmalıyım ama çişim geliyor. Süzülüyorum. Kahve yapıyorum ve kahvenin soğumasını izliyorum. Zamanla dalga geçiyorum ama pek esprili birisi olmadığını tez fark ediyorum. Gözümü kapatıyorum. Hayvanat bahçesinde dans eden yaşlı kadınları hayal ediyorum: kambur, buruşuk, saçları dökülmüş mutsuz suratları...


Odamdaki perde konuşmaya başlıyor: “Ne sıcak hava ama...”


“Çok sıcak,” diye cevaplıyorum.


“Tüm gün seni izliyorum,” diyor hışırtıyla. "Midemi bulandırıyorsun.”


“Eksik olma.”


“Ne demek, kendini astığın günü iple bekliyorum,” Kendi yaptığı esprisine gülüyor ve odayı arşınlayıp rüzgarla dans ediyor. Oyuncağı alınmış bebek gibi sinirleniyorum. Pencereyi kapatıp perdeyi sıcaklığa mahkûm ediyorum. Orospu çocuğu olduğumu haykırıyor. Sanırım haklı.


Zamanda sıkıştığımı fark ediyorum. Bir tren bileti almalıyım mutluluğum için. Ama trenlerin icat edilmediğini öğreniyorum. Kendini tren raylarına atamayan Japonlara üzülüyorum. Bir balık almaya karar veriyorum. Yayın balığı alıyorum ve onu klozette besliyorum. Üstüne işeyip sıçıyorum. Bana tanrısı gibi bakıyor. Onu çok seviyorum. O da beni seviyor.


Zaman akıyor. Aynadaki görüntü çorak topraklara benziyor. Gülümsemeli miyim? Siktir et, cool adamsın. Cool olmaya devam ediyorum götümü bezlerken bile. Pencereye yaklaşıyorum, dışarıda misket oynayan çocukları izliyorum. Perde, yanı başımda “Zamanın yaklaşıyor moruk,” diyor. Aşağıya inip çocuklarla misket oynuyorum. Ve kazanıyorum. Ellerindeki misketleri almam çocukları sinirlendiriyor. Ve beni dövmeye kalkışıyorlar. Yerde ağzı burnu kan içinde ağlayan çocukları hayal kırıklığına uğratıp eve dönüyorum. Çişim geliyor ve balığımın üstüne işiyorum.

Bir sigara içmeli miyim? Aman, siktir et. Sigara içiyorum. Odamdaki duvar anneme benzemiyor artık. Ona sarılmak istemiyorum, hatta onu kırmak istiyorum. Sigaramı keyifle içiyorum. Kimsenin omzunda ağlamak istemiyorum. Uykum geliyor ve uyuyorum. Rüyamda suyun üstünde yürüyen bir uzaylı görüyorum.