Sıradan ve bir o kadar yorucu; ikisinin toplamı kadar da sıkıcı bir günün ardından her akşam aksatmadan gömüldüğüm yalnızlığıma bilmem kaç yüzüncü, belki de bininci, on bininci kez gömülmek üzere evime gelmiştim. Kapıyı açıp anahtarları vestiyere fırlattıktan sonra, muhtemelen insanî bir alışkanlık ve uluslararası bir görgü kuralı olduğu için, kapıyı kapattım. İlk iş, her zaman yaptığım gibi, giysilerimi değiştirmek üzere odama girdim. Bir rahatlama nefesi vererek yatağıma oturdum ve bir süre boş boş karşımdaki gardıroba baktıktan sonra tüm gün ayakkabıların içinde sıkışıp kalan ayaklarımdan bu sıkışmayı, kokusuyla, evdeki tüm organizmalara hissettiren çoraplarımı çıkarıp bir köşeye fırlattım.


Tam o sırada, gözüme duvarda asılı duran Özdemir Asaf posteri takıldı. Doğrusu, onun orada olduğunu unutmuştum. İnsan, odasının duvarında duran şeyi unutur muydu? Niye unutmasın? Ben unutmuştum işte. Çünkü odamı yalnızca giyinmek ve uyumak için kullanıyordum. Evde geçirdiğim vakitlerin geri kalanını ise salonda duran bilgisayarı televizyona bağlayıp film izleyerek ya da televizyonun fona verdiği sesle kanepede uzanıp telefonumla internette gezinerek geçiriyordum. Eskisi kadar olmasa da bazen salondaki sallanan koltuğuma oturup kitap okuduğum da oluyordu. Yemeğimi bile salonda yiyordum. Evde geçirdiğim, uyumak dışında kalan birkaç saatim salonda geçiyordu.


O posterin orada olduğunu unutmuş olmama hiç şaşırmamıştım bu yüzden. Gözlerim, varlığını unuttuğum bu postere bir süre takılı kaldı. Neden sonra, o posteri nereden edindiğimi anımsadım. Abonesi olduğum ve her ay kapımın önüne bırakılan fakat asla tamamını okumadığım -sözde- edebiyat dergisinin içinden çıkmıştı. Yanılmıyorsam geçen yıl, bu zamanlar olacak. Bir Özdemir Asaf fotoğrafını -hani şu, olanca çirkinliğine rağmen karizmatik bakışlarını uzaklara diktiği kasketli ve atkılı fotoğrafı- su yeşili tonlarında yapılan illüstrasyonla bir güzel posterleştirmişler ve posterin sağ alt köşesine, küçük harflerle ve sanırım Ink Free fontuyla (ki çok amatörce bir seçim) “yalnızlık paylaşılmaz” yazmışlar.


Bu sefer de gözlerim ve aklım, o yazıya takılı kaldı. O yazıdaki bir şeye... Fontun çirkinliğine mi; hayır. O düşünce bir şimşek gibi geçti kafamdan. Peki, sözün derinliğine mi; hayır. Pek kafa yorulası bir derinliği de yoktur bu sözün. Fakat güzeldir. Anlamı çok derin değildir belki ama hissiyatının derinliği, anlamını aşar. Ben de verdiği hissiyatın derinliğine düştüm biraz. Buydu takıldığım şey. Kendimi birden; kendi yalnızlığımı, neden yalnız olduğumu düşünürken buldum. Bir yerden sonra bir anda yalnız mı kalmıştım? Evet... Hayır! Daha doğrusu: Yalnız bırakılmıştım. Evet! Yalnız bırakılmak! Bu zamana kadar sevdiğim bütün kadınlar tarafından tüm iyi niyetime rağmen terk edilmiştim. Belki de fazla iyi niyetim onları benden uzaklaştırmıştı. Belki de...


O an bunları düşünmedim. Bunlar şimdi geçiyor aklımdan. O an sadece yalnızlığıma odaklanmıştım... Daha doğrusu, yalnızlığımın nasıl zuhur ettiğine odaklanmıştım; bunu çözmeye çalışıyordum. Evet , buydu mesele: Neden değil, nasıl idi, kendime sorduğum soru. Bu ''nasıl''ı kendimce çözdüm de: Birkaç yıl arayla üç kadın tarafından terk edilip yalnız bırakıldıktan sonra mutlak yalnızlığı bizzat seçtiğimi fark ettim. Evet, bizzat! Diğer iki sefer gibi toparlanabilirdim ama derler ya, çekirge iki sıçrar. Bu söze olanca çocuksu saflığımla dayanıp, nasıl olsa tekrar yalnız kalacağımı düşünerek yalnızlığı seçişimi anımsadım. Ve yalnızlığın, Antakya dürümünün yanında verilen acı biber turşusuna benzeyen o hissini fark ettim: Yalnızlık acıydı, bir o kadar da vazgeçmek istemiyordu insan yalnızlığından, yedikçe yiyesi geliyordu. Velhasıl, bir kere seçtikten sonra yalnız olmayı, alışması uzun sürmüyordu. Alıştıktan sonra ise bırakılamıyordu yalnızlık. Hayatıma artık kimseyi alamazdım. Yalnızlığa alışmıştım artık. Ben yalnızdım. Etrafım insanlarla dolu olsa bile yalnızdım. Yalnız olacaktım. İşte bu yüzden, hayatıma birini almam mümkün değildi. Çünkü hayatımı paylaşacağım o insanla, her şeyimle beraber, içime işlemiş olan bu mutlak yalnızlığımı da paylaşmam gerekecekti ki bunun olamayacağı halen daha bakmakta olduğum yerde yazıyordu, “yalnızlık paylaşılmaz”. Özdemir Asaf’ın, o an sonuna kadar hak verdiğim sözleri bununla bitmiyordu hatta, “Paylaşılsa yalnızlık olmaz” diyordu... Peki bir yalnız, yalnızlığından vazgeçebilir miydi? Asla! “Gerçek bir yalnız; yalnız yaşar, yalnız ölür” diye düşündüm. Buradan sonrasıysa bir yere varmadı. Ölüm konusu geçince içimden, rahmetli babamı anımsadım. “Allah rahmet eylesin” dedim. Birdenbire, az önceki düşünce zincirim sona erdi. Halkaları birbirine geçirmeyi tamamlayıp tamamlamadığımdan hatta halkaları birbirine geçirip geçirmediğimden emin değildim. Haklı olup olmadığımdan veya kendimi haklı bulup bulmadığımdan emin değildim. Kendimle çelişip çelişmediğimden de emin değildim. Bunlar her sancılı düşünce zincirimin sonunda bu zincire bağlı olarak oluşan yeni, sancı verici düşünce zincirlerindendi.


Bu sancıları içimden sökmeme yarayacağını düşünerek mi yoksa kırk yaşına merdiven dayamış bir beyaz yakalının odasında böyle bir posterin asılı olmasının yakışıksız olduğunu fark ederek mi bilmem, kalkıp o posteri duvardan indirdim.


Tüm o emin olmamaktan kaynaklanan sancılarım bu sırada son bulmuştu veya son vermiştim. Emin olduğum tek bir şey vardı: yalnızdım. Ve birazdan pijamamı giyip, dünden kalan makarnamı ısıtıp bir tabağa koyduktan sonra salona geçecek, kanepeme uzanacak, halihazırda televizyona bağlı olan bilgisayardan bir film açıp seyrederken makarnamı yiyecektim. Belki biraz da yoğurt koyardım.


Resim: Edward Hopper "Nighthawks"