Öğrencilerin yarısı teneffüste dışarı çıkmış, yarısı da sınıfta diğer kalanlarla birlikte çene çalıyor ya da derslik içinde yapılabilecek birkaç küçük taşkınlıkla birbirleriyle şakalaşıyorlardı. İçeri zili yeni çalmış, içeriye yavaş yavaş öğrenciler dolmaya başlamıştı. Kimisi dersliğe büyük bir coşkuyla giriyor, teneffüsteki kovalamacayı içeri kadar sürdürüyor, kimisi kantinden aldığı yiyeceği bitirmeye çalışıyor, kimileri de yanındakiyle bir konu hakkında sakin sakin konuşarak sıralarına doğru ilerliyordu.
Ders zili çalalı dört beş dakika olmasına rağmen henüz hoca gelmemişti, bu süre içerisinde bazı öğrenciler kapının ağzında durur, hocanın gelişini bekler ve sınıfa “hoca geliyor” diye haber verir, bazıları da dersin ne olduğunu öğrenmeye çalışır, hocanın verdiği, bugün kontrol edilecek bir ödev olup olmadığını etrafındakilere sorardı.
Derse gelecek hoca bir fıkıh hocasıydı, bu adam orta yaşlı, şık giyimli (Bu pek ender olurdu.) Mısır El-Ezher Üniversitesinde okumuş, kibar denilecek bir adamdı. O ders kontrol edeceği bir ödevi falan yoktu. Öğrenciler onu severdi; anlayışlı, sabırlı olması, giyimi, yaşı ve sanırım yurt dışında bir üniversitede okuduğu için öğrencilere sıcak gelen bir yanı vardı.
Birkaç dakika sonra, o kapıda bekleyen kişi içeri telaşla girip “hoca geliyor beyler” dedi ve biraz sonra hoca içeri girdi. Herkes muhabbeti, yaptığı işi bırakıp toparlandı ayağa kalktı, hoca da sınıfa girince sınıfa başıyla “oturun” dercesine işaret edip öğretmen masasına geçti.
Bazı hocalar bu “sınıfı selamlama” işini çok ciddiye alır, bir asker gibi herkesin dik durmasını, yanındakiyle konuşmamasını, önünün ilikli olmasını, büyük bir dikkatle o an hocayla göz göze gelmesini beklerdi. Bu adamda öyle bir tavır yoktu, sınıf selamlama işini ne geçiştirir ne de çok fazla ciddiye alırdı.
Öğretmen, masasına oturduktan sonra sınıf defterini açıp defteri doldurmaya koyuldu fakat bu sırada genel olarak hocanın yapısındaki hoşgörü, sınıf selamlamada göstermediği askeri disiplin ve sabırlı biri oluşu gibi durumlardan ötürü sınıfta tam bir sükûnet sağlanmış değildi. Zaten sınıf da oldukça kalabalıktı. Bir uğultu hali hâkimdi ve hoca, defteri doldururken kalemini birkaç kez masaya vurarak daha sessiz olunması uyarısında bulunmuş, o an için ses kısılsa da tekrardan herkes yanındakiyle konuşmaya başlamış yine bir uğultu oluşmuştu.
Defteri doldurup da yoklamaya geçince hoca “biraz daha sessiz beyler” diyerek sınıfı sözlü olarak da uyarıp kafasını yoklama kâğıdına gömdü ve bu hal birkaç dakika sürdü, sınıf çok kalabalık olduğu için hoca herkesi tek tek ismen kontrol etmektense yoklama fişinde olmayanlara bakıp sınıfta olanlarla topluyor sayının tam çıkmasını istiyordu ve sınıftaki uğultuya birkaç kişinin de yerinden kalkıp gezinmesi eklenenince bu iş iyice zorlaşıyor, hesap uzadıkça uzuyordu. Dersin neredeyse on beş dakikası geçmiş olmasına rağmen henüz ders başlamamıştı. Bu, birkaç çok sert hocanın dersi haricinde tüm derslerde alışık olunan bir durumdu.
Nihayet hoca defterle yoklamayla işini bitirdi, sınıf tahtasının önünde sınıfa genel olarak nerede kaldıklarını ve bu ders ne işleyecekleriyle ilgili cümleler kuruyordu fakat istenen sükûnet tam manasıyla sağlanmış değildi. İşte tam da bu durumda hocaların ve özellikle o “çok sert” hocaların uyguladığı bir yöntem vardı ki o da şuydu: Sınıf genelini şöyle yüzeysel olarak süzüp o an taşkınlık yapan, yanındakine el kol hareketinde bulunan, abartılı şekilde gülen, konuşan, gezen bir öğrenciyi (buna bir kurban demek daha doğru) yanına çağırıp bir güzel tokatlamak ve sınıftaki atmış kişinin bu gösteriden sonra kuzu gibi bir sessizliğe bürünmesini sağlamak. Bu, her zaman geçerli bir yöntemdi.
İşte öğrencilerin bu adamı sevmelerinin nedenlerinden birisi de -hayır, sandığınız gibi değil- dayağa karşı olması değil, dayağı hak ettiklerine öğrencileri inandırması ve ondan sonra öğrencileri güzelce dövmesiydi.
Peki bunu nasıl yapardı? Yöntemi şu şekildeydi: Sınıfı süzer, o an dayağı hak ettiğini düşündüğü kurbanı seçer ve ona bilemeyeceği bir soru sorardı. Kurban konuştuğu için değil, soruyu bilemediği için, yani gevezelikten değil, cahillikten dayak yerdi.
“Sen! Evet, sen ayağa kalk!”
Bunu dediği anda dayak süreci hocanın zihninde başlar, sanki onu nasıl ve ne kadar döveceğinin zihninde karanlıkta kalan birkaç ufak detayını bu soru-cevap sessizliğinde belirlemeye çalışırdı.
“Sen, sülâsi mücerret filleri say!” ya da “Sen, Mekke’de nâzil olan sureler hangileri?” “Sen, mezheplerin doğuşunu hazırlayan sebepler nelerdir?”
Evet sevgili dostlar, biliyorsunuz ki hayatta size piyangodan büyük ikramiyenin milyarda bir de olsa çıkma ihtimali vardır ama ne yazık ki hocanın ayağa kaldırıp da soru sorduğu bir kurbanın o soruyu bilme ihtimali maalesef ki yoktu. Ayağa kalkan kurban kesinlikle cevabı bilemezdi, zaten bilecek birini de çoğunlukla kaldırmazdı ve öğrenciler bilirdi ki sorduğu surelerden üçünü saysa, mutlaka dördüncüsü vardır, sebeplerden dördünü sıralasa kesinlikle unuttuğu bir beşinci sebep vardır.
Yani demem o ki o dayağı yiyeceksin. Bu durumda olan öğrenci içten içe şunu düşünürdü: Madem yiyeceğim şu dayak kesin ve ondan kurtuluş yok, kaderime razı olayım, hocayı daha da kızdırıp dayağın şiddetini artıracak, süresini uzatacak hal hareketlerden, saçma sapan cevaplardan uzak durayım da bu iş olsun bitsin...
Hoca sınıf geneli üzerinde gözünü bir radar gibi bir o yana bir bu yana gezdirerek gözüne takılabilecek bir kurban arıyordu. Durumu fark eden bazı uyanık gevezeler hemen kendilerine çekidüzen vermiş; gevezeliği, konuşmayı o dakika bırakmış, ideal öğrenci pozisyonuna geçmişlerdi. Elbette vaziyetin farkında olmayan, hala konuşup şakalaşmaya, yanındakiyle çekişip didişmeye devam edenler vardı. Hocanın bu arama süresi oldukça kısa sürdü ve bakışlarını bir yerde bir kişi üzerinde sabitledi. Bakışlarının sabitlendiği noktaya doğru elini kaldırdı ve işaret parmağıyla işaret ederek:
“Sen! Evet, sen ayağa kalk!”
Bu cümle, gösterinin başladığını duyuran bir gonk sesi gibiydi. Birçok kişi öncelikle o kurbanın kendisi olmadığı için mutluydu ve bir belayı savuşturmuş olmanın verdiği rahatlıkla ve biraz da merakla işaret edilen yöne doğru baktı. Hocanın gösterdiği kişi Salih’ti. Konuşmaya öylesine dalmıştı ki yanındaki kişi susup hocanın gözüne bakmasına ve put kesilip kendisine hiç cevap vermemesine rağmen o, bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Yanındakiler -sırada üç kişi oturuyorlardı- artık dirseğiyle birkaç kez dürterek hocanın kendisini işaret ettiğini haber verdi.
Bu çocuğun o an öğretmen tarafından seçilmiş olması değil, okulda bulunması bile başlı başına büyük bir talihsizlikti. Yalnızca dersleri değil, anlattığınız herhangi bir şeyi anlamaya istidadı yoktu. Salaklığa varan bir saflığı vardı, aklı her zaman başka bir yerde gibi dumanlı, ağzı yarı açık, kaşları hafif çatık, konuşması da tuhaftı. Kafasının kalınlığı dışarıdan bakınca bile belli oluyordu fakat o bile yiyeceği dayağın o anda farkındaydı. Ürkek ve çaresiz bir şekilde yerinden kalkarken bir yandan da ceketinin düğmesini iliklemeye çalışıyordu.
“Sen! Orucu bozan halleri say!”
Bu, inanılmaz kolay bir soruydu. Öyle ki fıkıh dersinde bir öğrenci değil sokaktan geçen rastgele bir insana bile sorsanız buna kolaylıkla cevap verebilirdi, bu sorudan ötürü kimse dayak yemezdi, yiyemezdi. Talih değişiyor muydu, müthiş bir istisnaya tarihi bir âna mı şahit olacaklardı? Belgeseldeki o yaralı ceylan, nehirdeki timsahın dehşetinden canını kurtaracak mıydı?
Hoca belli ki Salih’in salaklığının farkındaydı ve onun çapında, onun zekâsına denk bir soru sormuştu. Belki bugün, içinde bir dövme arzusu yoktu. Belki öğrencilerine bir merhamet gösterisi sunup bir affediş hikâyesinin kahramanı olacaktı. Belki de atacağı dayağın şiddetini artırmak için böyle bir yol seçmişti, oldukça basit bir soru soracak ve öğrenci bilemeyince dayağı hak ettiğini herkese ispat edecek, gönül rahatlığıyla içinde bir iş yapmanın saadetiyle vicdanını susturacaktı.
Salih adeta sesi titreyerek cevap verdi:
—Yimek yimek.
Hoca, ellerini arkaya atmış kafası önde sınıfta gezinir bir halde verilen cevabı onaylarcasına “hııımm.” dedi. Salih devam etti:
—Su içmek.
Hoca, devam et dercesine “hımmm.”
Salih ikide iki yapmıştı ve moralliydi, aynı yerden devam etti:
—Kebap yimek.
Hoca, gezinmeyi durdurup kafasını kaldırarak baktı.
—Ayran içmek.
Salih, düşünüldüğünden de salaktı ve görünen o ki yenilen ve içilen her şeyi tek tek sayacaktı. Bıraksan pilav yemek, makarna yemek, dolma yemek, tavuk yemek... Bunlar bitince şalgam içmek, meyve suyu içmek, maden suyu içmek, kola içmek gibi ardı arkası kesilmeyen bir listeye hazırlanıyor gibiydi.
Hoca, sessizliğini bozup biraz da öfkeyle:
—Geç! Yemeyi içmeyi geeç!
Salih’in bir yerde tıkandığını gören sıra arkadaşları ona kopya vermek için hemen fıkıh kitabından orucu bozan hallerle ilgili olan bölümü bulup açmış, Salih görebilsin diye de birazcık önüne doğru kitabı kaydırmışlardı. Salih ayakta olduğu için kitapta yazanı hocaya çaktırmadan okumakta zorlanıyordu, arkadaşı parmağıyla da bulmasını kolaylaştırarak ilgili bölümü işaret etti. Salih oraya bakmaya cesaret edemedi, etraftan duyduğu fısıltıyı dillendirdi:
—Gusmak...
Salih, “ayran içmek” dediği andan itibaren hoca zaten bir akümülasyon sürecinin içine girmişti ve giderek öfke doluyordu. Öfkesinin ayaklarından dizlerine, karnından göğsüne, boynundan titreyen dudaklarına, oradan kan çanağına dönen gözlerine doğru ilerleyişi sınıfça görülebiliyordu. Öfkenin beynine sıçraması an meselesiydi. Yine de Salih’e sabrının sonuna geldiğini belirtircesine daha derinlerden gelen bir “hııımmm” diye karşılık verdi.
Salih cesaretini toplayıp son çare olarak kitapta işaret edilen yere doğru yarım yamalak bir bakış attı ve:
—Bir kadına şefkatle yaklaşmak, dedi.
Hoca, sınıfta gezinmeyi anında bırakıp artık dizginlenemeyen, öfkesinden kudurmuş bir boğa gibi Salih’in üzerine deyim yerindeyse atladı. Deliye dönmüş bir halde Salih’in yüzüne, kafasına, omzuna, sırtına, göğsüne neresi denk gelirse vuruyor, vuruyor ve şöyle diyordu:
—Şefkat oruç bozar mı lan? Şehvett! Şeehhveeet!