Yıldızlara ırak bu şehrin kuytu caddelerinde yürürdü adımlarım. Tohum değil izmarit ekerdim toprağa devrik bakışlarla. Bir umut vardı Hak’ta. Ati’de ama ne zaman meçhul. Bir de yüreğim vardı zifiri karanlığın bağrında duran. 


Yağmuru nehir gibidir bu şehrin, sıcağı içinde barındırır sahralar. İnsanı tazedir çoğu zaman ve kimi zaman çokça bayat. Çocukları şen olsa da düş kırıklıkları gezinip durur küçücük parmaklarda. Caddeler kalabalık gözükse de bir yığın et gezinir bu şehrin atardamarlarında. 


Şehir belasını bulmuştu Hak’tan ve şiirler ise gömülmüştü toprağın kara bağrına. Çığlıklar yakamıza yapışırdı, gülücükler asılırdı kulaklarımıza kimi zaman. Sadece seyrederdik. Bir şeylerin seyrini değiştirir ve bir şeylerin seyriyle değişenleri izlerdik. 


Ve susardık. Yüzlerce kelamı birkaç cümlede yama yapar kestirip atardık suratlara.

Yeni sözler onlar için makul değil ve yeni bir hayatı yaşayamayacak kadar eskiydi hayatları. Kaderin acı tatlı şerbetiyle demlenirken kimisi, bazısı bade söyler, ney dinler, mey isterdi bu üç günlük sofrada. 


Nefesler tükenir, ömürler yeşerirdi şafağa karşılarda. Ayak seslerini duyardık ölümün, üzerlerine yorgan çekerdi çocuklar korkularla. Bir kağıda elem yazar yakardık. Şiirler üflerdik bu şehrin rüzgarlarına. Ve biz Tanrı’yı anardık duyguların doruğunda, Tanrı bizi anardı şah damarımızdan yakında.


Ellerimize kirli eller uzanır, konuşmayı bilmeyen gözler çıkardı karşımıza. Suskunlukla konuşamayan her ağız, tarihi geçmiş cümleler sarf ederdi hayasızca. Amansız sözcükler düğümlenirdi boğazımıza. Söylesek tesiri yok, sussak gönül razı değil… Kar beyazı kağıtlar kirlenirdi bu ahvalden kalem cızırtısıyla.