Bugün yıllar sonra doğduğum eve döndük. Tozlu kapı pervazları, küflü kirişler, bütün azameti ve kanser yapan koruyucu maddeleri ile bayatlamış bisküvi karşıladı önce.

Yıllarca büyülü olduğuna inandığım ve terk etmeyen sevdasıyla doğduğum ev burada.

Yamacımda.

Gelir gelmez naftalinli yorganlarının birinin altına giriverdim. Soğuk bir mayıs günü, büyülü bir evle uykuya daldım da durdum.

Seni gördüm aşktan uzak bir korkuyla. Yüzünü peri idrarı yıkamış gibi bir korkuyla.

Çocukken benimle koşup oynayan o kara iblisten koyu gözlerinle sen orada.

Uyudum uyandım, bir daha uyudum uyandım tıpkı eskiden olduğu gibi bir gece bir ömür gibi uyudum uyandım, uyudum uyandım, uyudum uyandım.

Ve sabah on gibi annem kapıma geldi, kahvaltı hazır ama peynir yok. Olsun dedim. Babanı erken saatte yollamadım burası kent gibi değil market uzakta. Yormamak lazım onu işi mühim sonuçta.

Biliyorum anne.

Market yolunu çok aştım. Bu planı dikkatlice yaptım.

Ama patates kızarttım sana. Üç beş tane bol nişastalı neredeyse tatlı denecek üç beş patates.

Patates kızarttım sana.

Çay da var. Bergamot. Acı değil ama yoğun demli. Koyu kahve. İçinde kertenkele kuyruğu olmadığına emin misin? Eminim yavrum. Duayla demledim büyü girmez artık bu eve.

Girmez mi hiç anne? Havasına suyuna sinmiş.

Kahvaltı ediyoruz, babamla planımızı konuşuyoruz, annem küfrettiğimizde yüzünü ekşitiyor ve sonunda son patatesi ben alıyorum tabaktan.

Sonra toz, büyü ve şirk birikmiş camları sirkeli su ve dualar ile siliyorum. Siliyorum. Rab diyorum. Bu büyüyü benden çıkar, sahibine bağışla.

Kuru lavanta atıyorum biraz silme suyuna. Biraz da yağından, etinden, sütünden. Çatlak bacağından; yamuk dişinden. Az konuşan, koşunca terleyen bolca da çilli yüzünden. Lavantanın seni andıran her şeyinden koyuyorum aşkım.

Temizlikle senin büyünü evden kazıyorum, boyası dökülmüş ahşap pencerelerden sızan ince tozda lanetin var, sökercesine siliyorum.

Ellerim kuruyor, ellerim çatlıyor ama işte, tozla beraber bütün kötücül pagan gülüşlerin de gitti.

Bir bahçeyi turlayayım tam da yağmur yağıyor diyorum anneme. Annem çınlayan romatizması ve babamın dağınık söylencesine olan nefretiyle başını sallıyor balkonu yıkamaya ve senin büyünden arındırmaya başlıyor. Anlıyor vaktin geldiğini ve gittiğini.

Bir bir iniyorum otlu merdivenden. Senin içimdeki gibi seke seke donattığın ceylan hisleriyle doluyorum.

Çatlamış, beton döküm verandası, ot bürümüş entarisi, çocukken oynadığım eski zeytin bahçesi. Siyah bir lale çay yapraklarının içinden başını uzatmış.

Turuncu şebboylar -aynı senin saçların- çoktan açmış. Babamın ilk görev yerinden emek emek getirdiği o şebboylar. Babaannemin tenekesinden bizim bahçemize gelmiş. Tarih onu bize hediye etmiş aşkım. Sahi sen babaannemi de bilirsin değil mi? Seni saklamış öpüp kucaklamış çocuklarının yanına korku masalı diye paklamış.

Bahçenin ilerisine eski mezarlıkla sınır duvara kadar saya saya her bir dağ sümbülünü, geliyorum işte.

Yıkık duvar Süleyman mabedinden kalma, kutsalla küfrü ayırıyor. Bir yanda sen ve kız kardeşlerin öte tarafta bizim geçen yüzyıl gömdüğümüz rahipler hahamlar ve mollalar.

Duvarı aşıp da gelmiştim yine buraya yıllar önce. Duvarın o zamanlar boyu boyuma başı başıma, öylesine dik öylesine ayakta.

Yumuşak avuç içlerimi dayıyorum üstüne bir bacağım şimdi gökte aşıyorum seni sana dair her şeyi.

İsimsiz taşlarla bezenmiş vadi tam karşıma dikiliyor. Neydir ne değildiri ebem anlatmıştı bir gece.

Deli çingeneler deli karılar kızlar saçı başı uçacasılar yatar orada kara kuzum demişti. Onlar ki ne geldikleri yer bellidir ne gittikleri ne cinlilerdir ne canlı. Dua okumakla gitmez su dökmekle eksilmez bir garip gacılar yaşar oralarda.

Göğüslerinden akan süt zehirlidir insanı deli eder, sümbül özüdür kanlarında dolaşan ve doğururlar her sabah bir güneş kendi yüreklerinde döl olan.

Böyle böyle anlatmıştı seni bana. Korkarım da gitmem öte tarafa diye. Ama o hikayeden beri seni durmadan düşünür olmuştum. Kimdi bu sümbülü yiyip de sümbül olan? Saçı ne renktir örgülü müdür bukleli mi? Var mı çirkince bir doğum lekesi? Ya da ensesinde bir beni? Sonra bir çığlık bir kara bağırış ve ötesinde biri adımı der durur.

O yüzden bir gece ansızın temiz tertemiz çarşaflarımdan fırlayıp da yalın ayak koştum oraya. Çünkü biliyordum bir kere aklıma girmiştin en kurt en sinsi en çıplak halinle. Sendin. Sesime gel gel eden.

Koştum ayaklarımın altında çiğ taneleri böcek ezikleri ve sümbül kalıntılarıyla.

Gece meltemi denmeyecek bir sertlikte kara tenimde kesikler açan rüzgarda en uzun taşın yamacında hah, Hah işte tam orada!

Geldin mi? dedin bana.

Kızıl kıvırcık, yüzü çilli, gözleri çepil çepil boyu benden bir karış fazla sıska mı sıska sen, geldin mi dedin bana.

"Bana rüyalarımda seslenen sen misin?"

Benim elbet dedin yürüdün geldin yamacıma. Şimdi benim gibi çilli bedenini kesiyordu rüzgar.

"Niye seslendin?" dedim bir yandan titredim.

Beni sen çağırdın ya ondan dedin.

"Adını bile bilmeden nasıl çağırayım ben seni?" dedim şimdilerde ince çizgiler birikmiş alnımı çatıp katman katman ederken.

Rüyanda koşup oynarken beni istemedin mi? Sümbülleri koklamak istemedin mi? Elimi tutmak göğsüme başını koymak istemedin mi?

"Bunların hepsini ben mi istedim?" dedim şaşkınca.

Başını salladın tuttun elimden büyük taşın dibine götürüp yatırdın göğsüne.

Bundan sonra benimle bağlıdır kaderin. Nereye gidersen git ben seninleyim. Şah damarının içindeyim.

"Yalancılık bu." dedim göğsünden sızan sümbüller beni deli divane halde rüyalar alemine çekerken.

"Yaratıcımdan başka kimse yoktur orada, ben öyle okudum, öyle bildim."

Sonra sabahın keskin soğuğunda annemin feryat figanları arasında babam beni kollarına alırken fark ettim o taşın dibinde yalnız olduğumu.

Konuşmak istesem de boğazımda bir yumru. Apar topar kazma kürek velev selek eve götürdüler beni.

"Çırılçıplak uzanmış yatıyordu kim ne yaptı benim kızıma anne?" dedi annem. Kendi annesine kendi yavrusu için yakardı.

Kolumda o geceden kalma çiller kaldı. Tam şah damarımda bir kesik ve on beş yaşımda tomurcuk olmuş göğüslerim kaldı.

"Çocuğu büyülemişler." dedi babaannem soğuk kanlılıkla.

"Çocuğun kanına girmiş bu çingeneler."

Annem öfkeyle haykırdı, babam sinirden delirdi tüm köy birbirine girdi. Nerede bulunurdu bunun çaresi?

Öte köyden bir haham bir rahip ve bir molla getirip diktiler başıma. Hepsi okudu kimi başımı yıkadı kimi tütsüledi kimi su içirdi.

Her biri ayrı ayrı kitaplardan ayrı ayrı şeyler okudu ama aynı tanrıdan aynı şeyi istediler,

Rab diyorlar. Bu büyüyü ondan çıkar, sahibine bağışla.

Tam onlar duayı bitirip kutsal yağ ile çillerimi ovarken köyün en küçük erkeği dalıyor olduğumuz yere: Çingeneleri bulmuşlar haham rahip ve molla efendi.

Bir de sen lanetin yedi düveli.

O an gözlerim kayıyor yere yığılıyorum rüyalar alemine sümbül kokusuyla dalıyorum.

Seni kutsadım ama bana sırtını mı dönüyorsun diyor Çilli.

"Yaratıcı büyüyü benden aldı sahibine bağışladı." diyorum.

Senin sahibin benim zaten diyor.

"Yalancı." diyorum korkuyla. Hahamın sürdüğü yağ yanmaya başlıyor.

Yıllar sonra bağışlananı alacağım diyor ve uzaklaşıyor, Benim adım Elam unutma. Senin sahibin benim.

Ve yüzüme çarpan suyla uyanıyorum. Şükürler eşliğinde şenliğe ters bir zamanda.

"Ne oldu?"

Korkmayasın kızım sürdüler seni büyüleyen o çingeneleri diyor molla efendi huşuyla.

Elam diyorum kendi kendime. Ya geri gelirlerse?

Bir kere Yaratıcının evinden kovulan geri gelemez geriye. diyor rahip kesince.

Korkma kızım bize inmiş olan tüm kelamlar ile dua ettik yedi ceddine.

Rab diyorlar. Bu büyüyü ondan çıkar, sahibine bağışla.

Ama bilmiyorlar bağışlanan ve sahibine dönecek olan benmişim aslında. Ve kabul ettim o anda bir gün geri döneceğimi Elam'a.

Ve şimdi burada seni, geri dönmeni ve yıllar önce kovulduğun yerle yüzleşmeni beklemek için geri geliyorum. Otuz yaşında bir kadın olarak.

"Elam!" diyorum bağırarak.

"Elam! İnançtan doğarım inançtan bakarım, kalbim ilimle doludur şifayı sende ararım. Yüce merhemin eliyle öperim kendimi, zehrini şaraba akıtır İsa ile söyleşirim. Ey aşkım, adını bilmediğim yüreğim söyle bana. Tanrıdan mı saklıyorsun kendini, benden mi yoksa bilinmeyenden mi? Bütün bunlar zaten sen değil misin? Ey Elam neredesin?"

Buradayım diyor şah damarımın içinden. O an yanıyor göğsüm ve sümbüller kusuyorum gözüm kararıyor, ayaklarımın dibinde bir çift çilli ayak beliriyor.

Başımı kaldırıp bir karış yukarımda yüzüne bakıyorum.

"Elam, geldin mi bana?"

Sen geldin bana. Senin sahibin benim söyledim sana.

Ellerimle yüzünü tutup öpüyorum onu büyük bir hayranlıkla.

Gülümsüyor ve ekliyor.

Yahuda! insanoğluna öpücükle mi ihanet edeceksin?*

Gözlerim doluyor ağlıyorum delirmiş gibi.

Babam Elam'ın kollarından tutuyor, rahip haham ve molla çevresini sarıyor. Elam sadece bana bakıyor.

Kollarında can vereyim bari, yuvamda can vereyim bari diyor yalvarıyor ama yuvasına dönmesine izin vermiyor haham.

Yuva ettiğin bu bedeni özgür bırak ve kendi alemine dön. diyor molla.

Ve Rab diyorlar, Bu büyüyü ondan çıkar sahibine bağışla.

Elam yanmaya başlıyor yeşil bir alevde ve bana doğru koşuyor.

Unutma senin sahibin benim bir gün mutlaka. Bir gün mutlaka!

Ve yıllar sonra bir kız çocuğu doğuruyorum, kızıl kıvırcık, yüzü çilli, gözleri çepil çepil sıska mı sıska ismi Elam doğunun en doğusunda.



*Yahuda Iskariot - Leonid Andreyev