Güzel cümlelerim bitmiş eyvah! Üstelik hiçbir zaman Pinokyo da olmadım. Gepetto ustam gettoda yaşamadığı için insanları zor bir hayatım olduğuna da inandıramadım.


Yanımda benden başka iki kişi. Bir semazen bir de üstat dediğim ehil kişi. Nasıl bir araya geldik hiç bilmiyorum. Zamanını bile kestiremediğim garip bir birliktelik. Yalnız şu belli: akıl danışmak için üstada gidiyorum, akıl vermek için semazene çatıyorum. Kimse kimseye "neden bana bunu dedi, neden bana böyle söyledi" demiyor. En çok da işime gelen bu.


“Semazen, sema sen değilsen ne dönüp duruyorsun? Neden bu inadın? Unutma ki gece ve gündüz kadar inatçı olamazsın. Onlar yüzyıllardır birbirlerinin peşi sıra dönüp dururlar. Sen dönüp dolaşıp bir adım ilerlemezken bu yol nereye?” diyorum. Bir aralık yüzü bana dönüyor. Gözleri kapalı ama hafifçe gülüyor. Anlıyorum ki durmayacak, devam edecek. Üstada başvuruyorum. Ne olacak bu semazenin hali demek için. Kendi adıma bir çıkar yol bulmaktan ziyade onu kurtarmanın peşine düşmüşüm. Üstat diyorum, “Hep dönüp durmak çaresizlik değil de nedir? Nasıl mutluluğa ulaşacak bu garip, bin adım atıp birini bile ileri atmayarak?” Üstatta semazendeki gülüşün imitasyon hali. “Tozpembe bir dünyada yaşamıyoruz. Çiçekler böcekler kadar mezarlar da var. Hatta çiçekler en çok mezarlıktalar.” diyor. Kesin anlaşmış bunlar. Beni deli etmek için konuşmuşlar diyeceğim ama semazen hiç konuşmaz, üstat desen sorunca cevap verir. Nasıl çıktı bu ağız birliği?


Çıkıp gidiyorum. Hiç bilmediğim fakir bir mahalleye giriyorum. Severim ara sıra bunu yapmayı. İçime o tekinsizlik nüfuz etsin, başıma büyük bir bela gelmeden huzursuzluğumu yürüye yürüye eriteyim isterim. Adrenalin bağımlılığın fakir hali. 


Gözlerinde volkan patlayan bir köpek saldıracaktı bana az kalsın yanında sahibi olan bacak kadar bir velet bulunmasa. O an özgüvenimin ne kadar çelimsiz olduğunu içimde fırtına sandığım yel fısıldadı kulağıma. Oysa bu kendime güvenmişliğimle sevdiğime sevdiğimi söylemeye hazırlanıyordum. Bir it, ite kaka beni kendime getirdi. Beni çekiştiren asıl it değil bacak kadar çocuğun sessiz alay edişiydi. Ne garip. Semazen konuşmuyor, üstat sessiz, çocuk tek laf etmedi. En çok konuşan ben, en çok şaşıran ben, en çok soru soran ben. Belki de sorun ben. Ben, ben olmaktan çıkıp bulmam gerekeni bulduğumda susarım. O zamana değin, değinemediğim her ne varsa maden kazar gibi ne kadar derine inmem gerekse bile kazacağım. Ellerime kömür karası bulaşırsa alnıma sürüp alnımın kara yazısıymış deyip geçeceğim. O zamana kadar ey güzel, benden bir şey bekleme. O zamana kadar yürüdüğüm iki adımlık yolu sana bir sayfaya bile sığdıramadım. Sana gelene kadar biriktirdiklerimi göreceksin. Ben dudaklarımda hem semazen hem üstat hem de bacak kadar bir çocuktaki o gülümsemeyle hiçbir söz etmeyeceğim. Görecek ve anlayacaksın. Zaten anlamazsan o gün beni, olmaz bu iş. Demek ki daha erken!