Çiçeği burnunda anneler, bebeklerini pusetlerine yatırdıktan sonra onları hayranlıkla izlediler. “Benziyorlar ama.”

“Ay öyle, kaşları gözleri hep aynı.”

İki kadın da kendi oğullarına olan hayranlığını gizlemek için diğerine övgüler dizdikten sonra anlaşarak mutfağa geçtiler. Aysel, misafirini balkona bakan sandalyeye yerleştirdikten sonra kahve makinesine yöneldi.

“Nasıl içersin?”

“Sen nasıl içiyorsan öyle yap canım.”

“Olur mu öyle şey? Normalde nasıl içiyorsan öyle yapayım.”

“Az şekerli olursa makbule geçer o zaman.”

“Ne demek canım benim.” Aysel gurbetçi kuzeni iyice görsün diye yeni kahve makinesini tezgâhta kendine doğru çektikten sonra Sevil’e döndü.

“Yeni aldım, bir Türk kahvesi yapıyor inanamazsın. Gerçi belki sen pek bilmezsin, gurbet çocuğusun.” Sevil onun böbürlendiğini anlayamamıştı, suratına sevimli bir sırıtış yerleştirip

“Hayırlı olsun, biz de kendimiz yapmaya çalışıyorduk orada.” dedi. Aysel makineye kahve atarken boştaki elini havada salladı,

“Buranın kahvesi olmazsa bir şeye benzemez.” Sevil kuzenine bakıp tekrar gülümsedi

“Öyle.” Aysel makineye şekeri ve suyu da ekledikten sonra “Bir dakikaya hazır olur kahveler.” deyip Sevil’in karşısındaki sandalyeye kuruldu. Masanın kıyısında kalan cam küllüğü önüne çektikten sonra sigara paketini alıp Sevil’e doğru uzattı. “Kullanıyor musun sen?”

“Yok, hiç içmedim.” Aysel elini hızlıca sallayıp

“En iyisini yapmışsın. Cebine zarar, canına zarar.” dedikten sonra bir sigara yaktı.

“Rahatsız olmazsın ya?” Sevil kafasını hayır gibilerinden sallayınca Aysel sigarasından derin bir nefes çekti. “Aslında ben de içmem de, hep stres işte.” Sevil bir şey demeyince Aysel sigarasından bir nefes daha alıp etrafına bakındı. Ağzındaki dumanı dışarıya verirken aklına birden gelmiş gibi heyecanla,

“Ama ne güzel oldu değil mi birbirimizi bulduğumuz?” dedi.

“Güzel olmaz mı? Hiç yoktan ailemiz büyüdü.” Aysel elindeki sigaranın ucunu küllüğe vurduktan sonra, “Öyle tabii, amcam da hatalı babam da.” dedi ve ekledi.

“Amcam Fransa’yı pek sevmiş herhalde, babam gibi dönememiş.” Sevil kuzeninin tavrındaki hafif kıskançlığı sezmişti, yalnızca “Tam öyle değil.” diyebildi. Aysel ikna olmamış gibi dudağını büktükten sonra lafa girmeye niyetlendi fakat ağzını açacağı sırada makinenin alarmı çalmaya başladı. “Haber de veriyor hazır edince.”

Aysel Türk kahvelerini fincanlara doldurduktan sonra, yanlarına birer parça çikolata koyup masaya servis etti, Sevil ona teşekkür ettikten sonra kahveden küçük bir yudum aldı. “Dediğin kadar var, çok güzel olmuş.” Aysel yudumunu bitirdikten sonra ağzını şapırdatıp

“Afiyet olsun.” dedi. Sessizlik içinde kahvelerden birkaç yudum alındıktan sonra Aysel tekrar lafa girdi.

“Kız, tam öyle değil derken ne demek istedin sen?” Sevil elindeki fincanı masaya bıraktı.

“Amcam, baban bir şeyler anlatmadı mı sana?” Aysel önündeki çikolata parçasını ağzına attı, bir iki defa çiğnedikten sonra eliyle ağzını kapatarak “Benim babam ketum adamdır, babanla ne yaşadıklarını bile bilmem. Yalnız amcamla kavgalı olduklarını bilirim.” dedi. Sevil parmağını fincanının tepesinde gezdirdi,

“Babam kendi ağzından bir şeyler anlattı, dinlersen...”

“Kız niye dinlemeyeyim, sen anlat hele.”

Sevil oturduğu sandalyede rahatsızca kımıldadıktan sonra geçmişe uzandı.

– Otuz dokuz senesinden kırk üç senesine kadar Ankara’da, hariciye vekâletinde memurluk ederdim. Amcan, Asım da aynı dairede kâtipti. O vakitler aramız pek iyiydi hani, bakarsan senden bir eş, adına ikiz demişler ama ötesi. Doğmuşum yanımda Asım. Haydi mektebe demişler, yanımda Asım, anamız ölmüş sokulup ağladığım Asım. Lafın yekûnu, o zamana değin amcanla tek bir hayatı iki kişi yaşadık biz. Başkası olsa tesadüf sanır, şaşırır yolumuzun hiç ayrı olmamasına. Kırk üç kışında amirim bir görev emri tutuşturdu elime, Paris’e, Vichy Hükûmetine hariciye memuru olarak atanmışım. Dedim eyvah, Asım’ım kalacak buralarda, ben gideceğim ellere. Yüreğim ağzımda koştum alt kata, oradaki kâtiplere diyorum, Asım nerede, Asım? Bir baktım amcan odanın öbür tarafında dikilmiş, elinde de benimkinin aynından bir zarf tutuyor, yüzünden düşen bin parça. İçim nasıl feraha erdi anlatamam, dedim “Hey büyük Allah’ım, yine ayırmadın bizi.” Bir hafta içinde ayarlayıp gönderdiler bizi Paris’e. Gönderdiler göndermesine ama o zamanlar Paris’ten için fena vaziyette diye bahsediyorlar. Gitmeden önce Asım’la bir şeyler işitmişiz, Vichy Hükûmeti dediğini lafta Fransız, hakikatte Alman kuklasının biri yönetiyor. Dedik Allah kaderimize ne yazdıysa onu yaşayacağız, biz vazifemize bakalım. Sağ olsun oradaki vatandaşlarımız yardımcı oldu, hariciye binasına yakınca bir apartmanda dul bir Fransız karısından odamızı tuttuk. Başta günler hızlı geçiyordu, Paris’in adetlerine alışmaya uğraşıyor, vazifemizle meşgul oluyorduk. Hani şehirdeki vaziyet de pek öyle anlatıldığı kadar fena değildi. Fransızları kafelerde, parklarda, sinemalarda görüyorduk, insanda işgale uğramış bir şehir intibaı yaratmıyordu yani. Meydanlarda tek tük Alman askerlerine rastlasak da fena bir şey yaptıklarına şahit olmuyorduk. Genellikle bunlar, hardal üniformaları içinde şişinerek hoş Fransız kadınlarını etkilemeye uğraşıyorlardı. Başlarda böyleydi kızım, ama sanma ki hep öyle devam etti. İşitiyorduk, Ruslar Stalingrad’da Almanlara üstün geliyordu. Cephede vaziyet böyle olunca şehirdeki Alman askerleri gitgide gaddarlaşmaya başladı. Ocak ayının sonları gibiydi, artık evde Asım’la kendimizi oyalayacak bir şeyler bulamıyorduk. Bir akşam vazifeden dönünce dedik, Haussman bulvarından şöyle meydana doğru salınalım, birer kahve içer döneriz. Olsa olsa yürüyerek yirmi dakikalık mesafe, kesilmeden, tek nefeste vardık meydana. Kafenin birine oturduk, o akşam havada sert geçen kışın esamisi okunmuyordu. Tatlı, ılık bir rüzgâr esiyordu. Kahvelerimizden birkaç yudum almıştık ki bir patırtı duyuldu. Dönüp baktığımızda Alman askerlerinin içeriye girdiğini gördük. Kafedeki hava birden gerginleşmiş, insanlar seslerini kesip paltolarını yukarıya, boyunlarına doğru çekmeye başlamıştı. Kimse dikkat çekip de son günlerde barut gibi olan Alman askerlerinin gazabına uğramak istemiyordu. Asker grubu biraz ayakta dikilip de etraflarına bakındıktan sonra içlerinden en kısa olanı –bu adam komutanlarıydı herhalde- dolu masalardan birini işaret etti. Masada yaşlı bir çift oturuyordu, askerlerden en şişman olanı masaya yönelip Almanca bir şeyler bağırmaya, yaşlı adamın sandalyesini sallamaya başladı. Karşısında oturan yaşlı kadın ağlamaklı bir halde, “Durun, yapmayın ne olur.” diyordu. Derhal Asım’ın bileğine yapıştım, sana amcanın hasta olduğunu anlatmıştım ya, ha korktum işte. Yoksa Asım amcan bedensel noksanlığına falan bakmadan kendini ateşe atardı. Haksızlığa, zulme gelemezdi, esasında hiçbir zaman pek fena biri değildi yani. Her neyse, ben onu zapt etmeye uğraşırken yaşlı kadının feryatlarını işiten Alman askerleri daha bir keyiflendiler. Yaşlı adam, masayı boşaltıp ellerinden kaçmak için güçbela doğrulup karısının yanına gitti, ellerinden tuttu. Yaşlı kadın gözlerinde yaşlarla, titreyen bacaklarıyla doğrulmaya uğraşıyordu, şişman asker kısa bir süre bekledikten sonra kadının kalkamadığını görünce belindeki tahta sopayı çekip kadının titreyen bacaklarına vurdu. Kadın bir çığlık atarak yere düştü, yaşlı adam feryat figan onun üstüne kapaklanıp siper olmaya uğraştı. Kafedeki insanlar yalnızca, gözlerini kısarak izliyordu. Asım’ın dişlerini birbirine kenetlediğini gördüm. “Dur gitme, öldürürler bizi.” dememe kalmadan Asım bileğini tutan elimden kurtulup şişman askerin üzerine yürüdü. İki büklüm bir adamın, amcanın celallenmiş halde üzerine yürüdüğünü gören şişman Alman askeri kahkaha atmaya başladı. Oturduğum yerden kalkmaya niyetlenmiştim ki, Asım yaşlı çiftin masasındaki dumanı tüten, kaynar kahve dolu fincanı alıp şişman askerin başında kırdı. Asker canhıraş bir çığlık attıktan sonra yere düşerken Asım’ı da kendiyle beraber çekti, birlikte yere kapaklandılar. Bir baktım ki Alman askerleri silahına davranıyor, sanki zaman durdu o an. Olduğum yerden sıçradım, saldıracağım sanıp bana da silah doğrulttular. Bereket ki birkaç kelime Almanca biliyordum, “Durun, yanlış.” demeye uğraşıp adamları şüphelendirmeden, yavaşça cebimdeki hariciye kimliğimi çıkardım. Komutan olduğunu sandığım asker diğerlerine bir şeyler söyledikten sonra tabancasını indirmeden bana doğru yaklaştı, elimdeki kimliğe biraz bakındı. Öyle ki artık içerideki insanlar nefes bile almıyordu. Komutan biraz daha kimliğime bakındıktan sonra canı sıkılmış gibi suratını düşürdü. Göğsüme çevrili tabancasını indirdikten sonra ardına dönüp silahlarını Asım’a doğrultmuş vaziyette olan askerlerine bir şeyler söyledi. Askerler silahlarını indirdikten sonra homurdanarak kapıya ilerlemeye başladılar. Hala Asım ile birlikte yerde olan şişman asker, yanına düşen Asım’ı sertçe ittirdikten sonra söylenerek doğruldu. Şişman asker de kapıya yönelince komutan tekrar bana döndü, buz mavisi gözleriyle bana tehditkârca, düşmanca bakıyordu. O anı nasıl anlatırım bilmem kızım, ama sanki o komutanın gözleri tabancasından daha tehlikeliydi. İçime yeterli korkuyu saldıktan sonra o da dönüp kafeden çıktı, derhal Asım’ın yanına koştum. Tüm Alman askerlerinin gittiğini gören insanlar masalarından kalkıp yaşlı çiftin ve bizim etrafımıza kümelendiler, hepsi bir elden yardım etmeye uğraşıyordu. Sonrasında kafenin sahibi de geldi, yaşlı çifti yatıştırdılar, bizimle meşgul oldular. Bereket Asım’ın bir yarası beresi yoktu, bir arabacı tutup evimize döndük. Belanın biri başladı mı bini bitmez, apartmanın merdivenlerinde bizim komşulara rastladık, fena korkmuşlar. Asım’ı eve çıkarıp onların yanına döndüğümde meseleyi öğrendim, bizim üst katımızda oturan Yahudi karısını Alman askerleri alıp götürmüş. Birkaç gün sonra Almanların Stalingrad’da kesin şekilde mağlup olduğunu öğrendik. Ondan sonrası saf kötülük. Yahudi olduğu tespit edilen aileler gece operasyonlarıyla birer birer tutuklanıyor, Paris’in dışındaki, kötü nam salmış Drancy kampına götürülüyordu. Günün her saati Alman hoparlörleri farklı isimleri anons geçiyor, kendilerine muhbirlik yapmayacak olanları da onlarla beraber cezalandıracağını ilan ediyordu. Yine hoparlörün susmadığı gecelerin birinde, Asım’la beraber oturmuş bir şeyler okumaya uğraşırken üst kattan gelen tıkırtılar işittik. Kampa götürülen Yahudilerin evlerinin yağmalandığını biliyorduk, ocak demirini aldığım gibi merdivenlere fırladım, Asım’da peşime takılmıştı. Evin kapısını açtım, içeri girdim. Karanlıkta şöyle bir etrafa bakındıktan sonra Fransızca, “Silahım var, çıkmazsan vuracağım.” diye bağırdım. Odalardan birinin kapısı usulca açıldı, içinden ufak tefek birinin çıktığını seçebildim. Dairenin ışıklarını açınca hayrete düştüm, karşımda bir hırsız değil dünyalar güzeli kızın biri duruyordu. Lüle sarı saçları kırmızı şapkasından aşağı doğru uzanıyor, yeşil gözlerini korkuyla üzerimizde gezdiriyordu. Elimdeki ocak demirini yavaşça indirdim, Asım’a döndüm, amcanın hali benden fenaydı. Şaşırmak değil de donmuş kalmış, şuurunu yitirmişti adeta, kıza dalgın gözlerle bakıyordu. Konuşmak maksadıyla kıza doğru bir adım attım, aniden hareket etmeme korkmuştu, ellerini başına siper edip olduğu yere çöktü. Maksadımın zarar vermek olmadığını göstermek için yavaşça eğilerek ocak demirini yere bıraktım, ellerimi havaya kaldırdım. Kız ona saldırmak gibi bir niyetim olmadığını anlamış olacak, ellerini kafasından çekti, tereddütle de olsa yavaşça doğruldu. “Fransızca biliyor musun?” Kız yalnız kafasını salladı. İşin aslını sonradan öğrendik, meğer kız Yahudi asıllı Fransızlardan biriymiş, hani şu ismi anons edilenlerden. İsmi Ava’ymış, anası babası öldüğünden beridir bir terzinin yanında yamaklık ediyormuş. Kızın dediğine göre yüz vermediği bir müşterisi ihbar etmiş onu Alman askerlerine. Kızı, iki yatak attığımız odamıza yatırdıktan sonra Asım’la beraber salona geçtik. Amcanın o halini nasıl anlatsam bilmem, sanki aklı başka bir dünyaya gitmişti. Ona “Neyin var böyle, kızı görünce fena oldun.” dedim, bana şaşırır gibi baktı, “Tanımadın mı?” dedi. Kızı hayatımda ilk defa görmüştüm, Asım’ın onu daha önce nerede gördüğünü merak ettim, beni birkaç yuvarlak sözle geçiştirip uyudu. Kanepeme uzandıktan sonra kızı daha önce görüp görmediğimi anımsamaya uğraştım. Hani öyle pek de unutulur bir siması yoktu kızın, cennetten çıkıp gelmiş gibiydi. Sen kız çocuğusun ama kıskanma, darılma babana; ben diyeyim ki o kıza ilk görüşte tutuldum. O gece uyuyamadım, nasıl uyuyacaktım. Günler geçtikçe Ava bana, ben de ona ısınıyordum. Amcanı bunun dışında tutuyorum, o gitgide tuhaflaşıyor, her gün biraz daha içine kapanıyordu. Ona defalarca, ısrarla derdini sordum, söylemedi. O zamanlar Asım benim için canımdan daha kıymetliydi, fakat o halde bile Ava’dan soğuyamıyor, Asım’ın bu halinden onu sorumlu tutamıyordum. Onunla günler müthiş geçiyordu, tahsilli olmamasına, karşın kültürlüydü. Sanattan da müzikten de anlıyordu, öyle iyi anlaşıyorduk ki; hastalık bahanesiyle daireden izin alıp evde kaldığım oluyordu. Eh kızım, bu hikâyenin böyle sürmeyeceğini tahmin ediyorsundur. Tüm bu güzelliklerin yanı sıra hep diken üstündeydik. Ne zaman sokaktan bir Alman devriye aracı geçse Ava’yı saklıyor, yüreğim elimde rabbime sığınıyordum. Yine bir gece, biz böyle korktuktan sonra kararımı verdim, ne kadar zor da olsa onu bu vaziyetin içinden çekip alacaktım. Ertesi sabah daireye gittim, insanlarla görüştüm. O zamanlar dairenin başında –Allah rahmet eylesin.- Behiç Bey var, Behiç Erkin. Daireden bir amirim Behiç Bey’in zorda kalan Yahudi vatandaşlara el altından Türk pasaportu verdiğini, derdime ancak onun çare olabileceğini söyledi. El pençe huzuruna çıktım, derdimi anlattım. Sağ olsun çok ilgilendi, çok uğraştı, Ava’ya bir Türk pasaportu ayarladık. Bunun akabinde, tam sevineceğiz derken bir haber aldık. Alman gizli polisleri, gestapo bizim hariciye dairesini takibe almış, yakın zamanda Türk pasaportu alan herkesin peşine düşüyorlarmış. Yine karalara düşmüşken bir gece Asım yanıma geldi, “Kızı Türkiye’ye gönderelim, burada kalırsa kurtulamaz.” dedi. Asım’ın Ava’ya yardım etmek istemesine, onun iyiliğini düşünmesine şaşırmıştım. O vakte kadar tavırlarından ötürü kıza düşman olduğunu sanırdım. Ayrılık zor, insanın ta şurasını yakıyor. Fakat mecburuz, burada kalırsa ebedi ayrılık vuracak bizi, belli. Biriktirdiğim biraz param vardı kenarda, başta almadı. Ben ona “Bu ikimizin parası, bizim için.” deyince parayı almayı kabul etti. Dairedeki işlerimi halledip onun yanına gidene kadar dikkatli olmasını, emniyetli bir meskûn mahalde ev tutmasını tembihledim. O gittikten sonra eksik kaldım kızım. Ne yediğim içtiğim, ne yaşadığım gözümdeydi, Ava’nın hasreti beni fena hırpalıyordu. Öyle hallerim oluyordu ki çıkıp sokaklara bağırasım, yakaladığım bir Alman’ı çıplak ellerimle boğasım geliyordu. Böyle zamanlarda kendimi “Taş, taş çatlasa bir ay, sonra bize bir daha ayrılık yok.” diye avutuyordum. Derdin biri gelince bini durmaz dedim ya, beni üzen tek mesele de bu değildi. Amcan Ava’nın gidişinden birkaç gün sonra hastalandı, elden ayaktan düştü. Oradaki doktorlar onun bu halini doğuştan gelen noksanlığına bağlıyordu, hâlbuki ömrüm hayatım boyunca onu bu halde görmemiştim. Almanların ambargosunda ilaçlar kısıtlı, denetimleri altında hastaneler sürekli kısıtlama altındaydı. Asım'ın gözümün önünde günden güne erimesine dayanamıyordum. Sonunda onu da, Ava’dan bir hafta sonra memlekete yolcu ettim. Ava’dan sonra yoldaşımı, kardeşimi de kaybetmiş, gurbet elde bir başıma kalmıştım. Kendimi deliliğe vurmamak, aklımı başımda tutmak için dört elle dairedeki işime sarıldım. Ava’nın gidişinden yirmi altı gün sonra görevden affımın kabul edildiği haberini aldım. Dairedekilerle ve rahmetli Behiç Bey ile vedalaştıktan sonra uçar gibi istasyona gittim. Hem Ava’ya hem de Asım’a kavuşacaktım, dünyadaki en mesut insan olduğuma emindim. Ava’nın peşine düşmeden önce Asım’ı bulayım dedim. Paris’e gitmeden evvel beraber kaldığımız aile evimize gittim, kapıyı çaldım. Kapı açılınca karşımda manasız, tanımadığım bir yüzle karşılaştım, kadının dediğine göre Asım evi üç hafta önce bir beye satmış. Tuhaf şeydi ama muhakkak bir açıklaması vardır diye düşündüm, hastaneleri gezdim, tanıdıklara sordum. Asım’dan hiçbir iz yoktu, memlekete döndüğünü bilen bile yoktu. Bir ihtimal dedim, tanıdıkların da yardımıyla memurluklardan Asım’ın ve Ava’nın izini sürmeye başladım. İkisi de hiç memlekete gelmemiş gibiydi, onlardan tek bir haber bile alamadım. Yoklardı kızım, aklımı yitirecek oldum fakat yoklardı işte. Değil İstanbul, memleketin dört bir yanına haberler yolladım, araya insanlar soktum, dervişler, meczuplar gibi gezindim. Bulamadım onları. Bir yerden sonra cebimdeki az para suyunu çekmeye başladı. Otelde dahi konaklayamayacak duruma gelmiştim, aklım başımda değildi fakat onları bulmak için yaşamam gerekiyordu. Onca süre iş arayıp onlarca daireye başvurduktan sonra sonunda Beyoğlu'nda nüfus dairesinde bir memuriyet işi bulabildim. İki yıl boyunca, tam iki yıl boyunca onların izini aramaya devam ettim. Bir yandan çalışıyor, arta kalan tüm vakitlerimde ise onları bulmanın hayaliyle, plansız bir halde oradan oraya savuruluyordum. Belki de artık “Lafın sonunu getir.” diye düşünmeye başladın. Kafanı sallama boşuna, illa ki bu adam niye oturmuş da bana bunları anlatıyor diye düşünmüşsündür. Ah kızım, bu anlattıklarımın ne manaya geldiğini bir gün anlayacaksın, bugün değilse de yıllar sonra. Hem bu hikâyeyi senden duymak isteyenler olacak, belki de babanın bu kara yazgısına sen ışık tutacaksın. Tarih 22 Ekim 1945, devlet karar almış nüfus sayımı yapılacak. Bizimle beraber diğer tüm nüfus daireleri de teyakkuza geçmiş, matbaalar durmadan bize belgeler basmış. Amirlerimiz topladılar bizleri anlattılar, tek tek hanelere gideceğiz, oradaki erkek kadın kim varsa mesleğini, hastalıklarını ne varsa kayda geçireceğiz işte. Bize kâğıttan birer de pazı bandı verdiler, saman kâğıdının üstüne kırmızı harflerle “Sayım M.” yazmışlar. Benim yanıma düşen arkadaş gençten bir memur, Hulusi. Onunla beraber bize verilen yol pusulasına göre haneleri gezmeye başladık. Hulusi ile birkaç saat içinde neredeyse elli hane gezmiştik. Serdar-I Ekrem’in başına gelince karnımın acıktığını hissettim, Hulusi’ye “Bir yol bulup bir şeyler yiyelim.” dedim. Sokağın başında, geniş bahçeli büyükçe bir konağın önünde duruyorduk. Hulusi elindeki kâğıtları karıştırdıktan sonra, “Burası da bizim mıntıkamızda, buradan sonra gideriz.” dedi ve ekledi: “Hem belki içeride iki lokma bir şey ikram ederler.”

Kapıyı gençten, güzelce bir hizmetçi kız açtı. İçeri girdik, konağın içi dışı kadar gösterişli değildi fakat eskiden pek güzel bir yapı olduğu ufak tefek ipuçlarından anlaşılıyordu. Bir iki dakika kadar evin hanımını bekledik. Ev sahibesi, yaşlı kadın bizi görünce şaşıp kaldı, başta nüfus sayımından haberdar olmadığını sandım. Kadın bize yaklaştıktan sonra karşıma dikildi, kuvvetsiz elleri ile omuzlarımdan tutarak beni kendine çekti.

“Sen nasıl iyileştin?”

Şaşırarak kadına baktım, bana gözlerini kısarak, zorlukla görüyormuş gibi bakıyordu. Gözlerinin noksanlığından ötürü beni karıştırdığını sandım. “Af edersiniz, biriyle karıştırıyor olacaksınız.” Yaşlı kadın başını iki yana salladıktan sonra sol elini omzumdan çekip sırtıma götürdü, hafifçe okşamaya başladı. Kadın bu hareketinden sonra fena halde hayrete düşmüş göründü, bir adım geriye çekildikten sonra “Sen kifoz idin, nasıl iyileştin?” dedi. Şimdi hayrete, hatta dehşete düşme sırası bendeydi. Saniye bile geçirmeden, çatallaşan sesimle “Asım?” deyiverdim. Kadın kafasını sallayıp “Öyle ya, adın Asım’dı.” dedi ve ağır ağır lafa tekrar girdi. “O Yahudi kızı nerede, Fransa’da mı kaldı?" İşittiklerime inanamıyordum, titremeye başladım, sesim ağlayacak gibi çıkıyordu. “Hanımefendi, Asım benim birebir, ikiz kardeşimdir. O Yahudi kızı da nişanlımdır, ne zamandır onların izini arıyordum. Ne olur işin tamamını anlatın.” Yaşlı kadın arkasını dönerek hizmetçisine bir el işareti yaptı, onun koluna girdi. Kız onu koltuğa oturttuktan sonra gerisin geri odadan çıktı. Yaşlı kadın lafa “Tuhaf şey.” diye girdikten sonra devam etti. “Hafızam eskisi kadar keskin değildir. Birkaç yıl önce o zamanki hizmetçime odalardan birini kiralığa çıkarmasını söylemiştim. Biraz zaman geçtikten sonra bu Yahudi kızı gelip odayı tutmak istediğini söylemiş. Sessiz sakin, zararsız bir kızcağıza benziyordu, ben de “Varsın ecnebi olsun, zararı yok.” deyip odayı kiralamasına izin verdim. Yemek saatleri benimle farklıydı, neredeyse bir yıl boyunca onu birkaç defadan fazla görmedim.” Kadın biraz nefeslendikten sonra konuşmaya devam etti. “Ondan sonra bir gün, işte o kardeşim dediğin, Asım konağa geldi. Hizmetçi alışveriş yapmaya çıkmıştı, kapıyı ben açtım. Yemin olsun şu suratın aynısıydı, o çocuk kifoz olmasa bir Allah’ın kulu ikinizi ayırt edemez. Her neyse, karşıma dikilip meramını anlattı, burada kaldığını öğrendiği Yahudi kızını arıyormuş, kızdan için “Bir ahbabımın yakınıdır, onu görmem gerek.” dedi. Hırsıza, uğursuza benzer bir yanı yoktu ya sonuçta, ben de içeri girmesine izin verdim. Yalnız kızın odasına çıkmasına izin vermedim, hizmetçiyi bekledik çıkıp o haber verdi. Yahudi kızı haberi alınca uçarcasına indi şu merdivenlerden. Üstüme vazife olmayarak meraklandım, çocuğa, Asım’a sordum ne oldu diye. Meğerse geldikleri yere, Fransa’ya döneceklermiş, oradaki ahbapları haber göndermiş “Geri dönebilirsiniz, burası artık güvenli, diye.” Kadın hikâyesini anlatmayı bitirdiğini belli etmek ister gibi ellerini iki yana açtı. Ben ise halâ onun anlattıklarını sindirmeye, olanı biteni anlamaya uğraşıyordum. Garibim Hulusi de oraya dikilmiş, ne olduğunu anlamaz halde bizi izliyordu. Kadının dediklerini işitince ne denli şaştığımı tahayyül edebilirsin kızım, ama aklımdan hiçbir kötülük geçmiyordu. Biraz daha öylece kalakaldıktan sonra Hulusi beni dürtmeye, halimi sormaya başladı. Vaziyetimi gören yaşlı kadın da telaşlanıp hizmetçisine seslenince gözlerim kararacak gibi hissettim. Artık beklemeye dayanamıyordum, başım dönüyordu. Ani, tuhaf bir hisle beraber koşarak konaktan dışarı çıktım, eve gidip neyim var neyim yoksa aldım, düştüm Fransa yoluna. Yine hastaneleri, daireleri, özgürleştirilmiş esir kamplarını gezdim. Yine kızım yine! Onların hakkında tek bir kırıntı öğrenemiyordum. İşin nihayeti de bu oldu, ondan sonra ne Asım’ın ne Ava’nın adını duydum. Kaldık buralarda, ananla tanıştım, sen oldun, bir sürü güzel şey oldu. Fakat on yıllarca içimden çirkin düşünceleri atamadım. Şimdi bu hikâyeyi bitirdiğimizde bir daha onların adını bile anmayacağız, eğer günahlarını aldıysam Allah beni affetsin. Yanıyorum ben kızım, beylik bir laf deyip geçeceksin ama yüreğim hakikaten yanıyor.


Aysel dördüncü sigarasını söndürürken hararetle içini çekti. Gözleri yaşlanmış, burnunun içi ıslanmıştı. “Amcam babamın günahını aldı demek.” dedi ve ekledi:

“Despottu, soğuktu ama anamı çok severdi. Rahmetliler yaşasalardı da işin aslını öğrenseydik.” Sevil önündeki boş kahve fincanını ittirdikten sonra ardına döndü, biraz balkondan dışarıyı izledi. İkisi de bu tuhaf hikâyenin ardına edilecek bir söz bulamıyordu. Çok geçmeden Sevil’in telefonu çalmaya başladı, arayan kocasıydı. Kız, Aysel’den izin isteyip balkona çıktıktan sonra konuşmaya başladılar. Aysel elinde olmadan titriyordu, Sevil’in anlattıklarının tesiri onda tahmin edebileceğinden çok fazlaydı. Sevil konuşmasını bitirip de içeri döndükten sonra kocasının geleceğini, kalkmak zorunda olduğunu söyledi. Aysel’in de yalnız kalmaya ihtiyacı vardı, gönülsüzce ayak direttikten sonra gitmesine razı gelirmiş gibi yaptı. Bebekleri kontrol etmek için odaya girdiklerinde ikisini de uyanmış, pusetlerinden birbirlerine bakar halde buldular. İkisi de oğullarının başına geçti. “Şaşılacak şey, sen de ben de dedelerimizin adını koymuşuz. Üstüne üstlük ikiz gibi benziyorlar.” Aysel kafasını salladı. “Öyle, kaderleri benzemesin.” Birkaç dakika içinde Sevil’in kocası apartmanın önüne vardı, iki kuzen birbirlerine sarılarak vedalaştılar, tekrar görüşmek üzere sözleştiler. Aysel balkondan Sevil’in gidişini izledikten sonra yatak odasına yöneldi, şifonyerinin başına çöktü. Elini en alttaki çekmecenin şifonyerine götürürken titriyordu, yıllardır özenle muhafaza ettiği kutuyu açtı, içinden gümüş bir bileklik çıkardı. Bilekliğin üzerine, “A-V-A” harfleri işlenmişti, kadın artık gözyaşına engel olamadı. “Ne yaptın sen dede, ne yaptın?”

- Yıllar yılları, günler günleri kovaladı. Bir sürü şey yaşandı, kavgalar edildi, kararlar verildi, neler oldu neler. Belki de gerçeklik büküldü, tuhaf tesadüfler yaşandı ama tanrının piyesi devam etti. Bundan bir on sene sonra, Adem ile Asım’ın yolu tekrar kesişti, hani iyi de anlaştılar. Teneffüs vaktinin bittiğini bildiren zilin çalması ile birlikte okulun bahçesindeki rabarba yerini telaşlı çığlıklara bıraktı. Adem koşarak sınıfa girdiğinde Asım’ı orada oturur halde bulmuştu, onun rahatsızlığından ötürü pek fazla hareket etmek istemediğini biliyordu. Diğer çocuklar da birer birer sınıfa girmeye başladı, sıralar doldu. Onlardan birkaç dakika sonra da öğretmen girmişti sınıfa. Çantasından dizüstü bilgisayarını çıkardı, uzatma kablosu ile tavana sabitlenmiş olan projeksiyon cihazına bağladı. “Bugün Hıristiyanlıktaki mezheplere bakacağız. Sizin sınıf diğer sınıflardan geri, hızlı geçeceğim.” Öğretmen slayt sayfalarını öğrencilere okutmaya başlayarak hızlı hızlı geçti. Son sayfanın başlığında “Katharizm” yazıyordu, öğretmen rastgele birini seçip okutacaktı ki Asım’ın el kaldırdığını gördü, “Oku bakayım.” dedi, çocuk zorlanarak ayağa kalkmaya çalışınca “Otur sen, kalkma.” diye ekledi. Çocuk sayfayı okumayı bitirdikten sonra öğretmen saatine baktı, bilgisayarın imlecini kapatma tuşuna doğru götürdü. “Öğretmenim!”

Seslenen Asım’dı. Öğretmen onun daha evvel böyle hevesli olduğunu görmediğinden şaşırdı. “Söyle Asım.”

“Bu resimdekiler kim?”

Çocuk parmağıyla sayfanın alt kısmındaki çizimi işaret ediyordu. Öğretmen dönüp projeksiyon perdesine baktı, Katolik askerlerin Katharları katlettiği anın bir tasavvuruydu bu, tekrar Asım’a döndü. “Gerçek değil bu Asım, ressamın biri çizmiş işte.”

- Genç bir erkek ile genç bir kız geniş bir yeşilliğin içine uzanmış hayattan konuşuyorlardı. “Düşünsene.” dedi erkek olan ve gülümsedi. “Neyi?” dedi kız gözlerini bulutlardan ayırmadan. Oğlan yalnızca güldü, onun güldüğünü işiten kız olduğu yerde dönerek onun suratına baktı.

“Neyi düşünecekmişim?”

“Bir gün çocuklarımız bile olacak, tuhaf değil mi?” Kız omzunu silkti, “Niye tuhaf olsun, herkesin olmuyor mu?”

“Anlattığım şey başka.” dedi oğlan.

“Düşündükçe tuhaf oluyorum, sanki her şey onlarla başlayacak, onlarla büyüyecek.”

Kız dudaklarını büktü, “Her çocuk büyür.” dedi. Oğlan gözlerini kapadı. “Orası öyle.”

Oğlanla kız biraz daha lafladıktan sonra göğe bakarak uyuyakaldılar. Onlar uyuyadursun, bu sırada tepeden tırnağa silahlanmış olan şövalyeler köye yaklaşıyordu. Atlar uygun adım, ahenk içinde ilerliyor, zırh takımlarının birbirine sürtünerek çıkardığı metalik ses haricinde bir şey duyulmuyordu. Papanın temsilcisi, habercisiyle düşük rütbeli komutanlardan birine haber yollayarak yanına istedi. Komutan birliğinin başından ayrılarak hızlandı, güruhun ön saflarına yetişti. “Efendim, beni emretmişsiniz.”

Temsilci bir elini yulardan çekerek komutana daha da yaklaşmasını işaret etti. Komutan topuklarını atının karın boşluğuna doğru hafifçe vurarak temsilcinin yanına iyice yanaştı. At binmeye pek de alışık olmayan temsilci yola bakarak konuşuyordu. “Asem” dedi.

“Hikâyeni işitince tanrının lütfunu yanı başımızda hissettim. Bu kâfirlerin içinden çıkıp da tanrının ordusuna katılmak, ne şerefli şey bir bilsen.” Komutan yalnızca başını salladı, adamdan bir cevap işitmeyen temsilci lafına devam etti. “Tanrının bize verdiği işaretleri görmezden gelemeyiz. Bugün buradaysan yüce tanrımızın planı böyle olduğu içindir, sana bu şerefi bahşetmek istediği içindir. Bundan mütevellit sen ve birliğin bugün öncülüğe geçeceksiniz. Diğer komutanlar bunu anlayacaktır, bu benim değil tanrının iradesidir.” Asem kafasını kaldırıp tepelerin ardında, belli belirsiz görünmeye başlayan köyüne baktıktan sonra, “Öyle efendim, şeref duyarım.” dedi. Temsilci kafasını salladıktan sonra eliyle gidebilirsin manasında bir işaret yaptı, komutan birliğinin yanına geri döndü. Bu kararla beraber ordunun dizilişi değişmiş, Asem ve birliği ön saflara geçmişti. Köye iyice yaklaşmadan önce temsilci onun yanına geçti. “Birazdan hücuma kalkacaksınız. Savaş meydanında komuta sizde fakat şimdi size vereceğim emri tam olarak uygulamakla mükellefsin.” Asem başını salladı, “Dinliyorum, efendim.”

“Köye vardığınızda sakın tek bir kâfire bile acıyayım demeyin. Çocuk yahut kadın, sakat yahut yaşlı, hepsini tanrının hidayetiyle buluşturacaksınız.” Asem kafasını temsilciden yana çevirdi, “Buna gerek var mı?” Temsilci kararının sorgulanmasından hoşlanmamıştı, kaşlarını çattı. “Biz hüküm vericiler değil, hüküm uygulayanlarız. Hepsi ölecek, tanrı hangisinin günahkâr olduğunu kendi seçer.” Temsilci lafını bitirdikten sonra Asem’in konuşmasına izin vermeden ekledi: “Bu şerefli görevi hakkıyla yapamayacak isen çok geç olmadan söyle.” Asem dişlerinin arasından fısıldar gibi konuştu, “Görev hakkıyla yapılacak efendim.”

Önce Asem’in birliği sonra diğer Katolik askerler köye girerek katliama başladı. Hayatları boyunca savaşmayan, hayvan dahi öldürmemek için otçul beslenen binden fazla Kathar yarım saat içinde kılıçtan geçirildi. Temsilcinin söylediği gibi ne çocuklara, ne kadınlara, ne yaşlılara, ne sakatlara acımışlardı. Katliamın bittiğini haber alan temsilci, kırmızı bayraklar taşıyan maiyetiyle birlikte köye girdi. Asem köy meydanında atının üstüne dikilmiş etrafına bakıyordu, temsilci gülerek ona yaklaştı. “Bu kâfirler ölümsüz olduklarına, tekrar doğacaklarına inanıyorlardı. Görelim bakalım Asem.” Asem temsilciye bakmıyordu bile, yerdeki cesetlerin suratlarına hızlıca tekrar bakındıktan sonra gözünü arkadaki tepelere dikti. “Deh.” Temsilci onun arkasından bakakalmıştı. Asem topuklarını atının karnına daha hızlı vurarak toprak yokuşu hızlıca çıktı. “Uyanın!”

Oğlanla ile kız Asem’in haykırışıyla beraber derin uykularından uyandılar. Oğlan Asem’i görünce derhal oturduğu yerden kalkmış, onun suratına bakakalmıştı. “Asem, bu sen misin kardeşim?” Asem ona cevap vermemişti, gözünü yerde korkmuş vaziyette oturan kıza dikti. “Eve.” dedi Asem, “Ayağa kalk.”

Kız tereddütte kalmıştı, Adam ona bakıp da başını hafifçe sallayınca Eve olduğu yerde doğruldu. Kızın da doğrulduğunu gören Asem, atının üzengisine basarak aşağı indi, onlara doğru birkaç adım attı, “Siz, hatırlıyor musunuz?” dedi.

Adam ve Eve birbirlerine bakındılar, sonrasında Adam tekrar Asem’e döndü. “Neyi?” Asem önce Adam’ın, sonra Eve’nin gözlerine baktıktan sonra kılıcını çekerek Eve’nin göğsüne sapladı. Her şey birkaç saniyede olmuştu, Eve’nin göğsüne saplanan kılıcı gören Adam, “Eve!” diye haykırdıktan sonra eğilip yanı başındaki sopaya uzandı. Adam’ın kendine saldıracağını anlayan Asem, kılıcını Eve’nin göğsünden çekerken ensesine kuvvetli bir sopa darbesi aldı. Gözleri kararıp da yere düşmeden önce kılıcını Adam’ın da göğsüne saplayabilmişti. Az sonra birliği tarafından bulunan Asem ivedilikle ordu doktorlarına ulaştırdı. Adam ve Eve’nin bedenleri ise diğerleriyle birlikte yakılmak üzere köy meydanına götürüldü. Asem yediği sopa darbesiyle sakat kalmıştı, tanrının hizmetinde yaralanan nefer, kilise tarafından onurlandırıldı.


- Kız buranın önüne belki de onuncu defa geliyordu. Bahçenin parmaklıkları ardından görkemli binayı uzun uzun izledikten sonra üç saniyelik bir cesaretle kapıdan içeri girdi. Kız kilisenin bu sabah saatinde boş olacağını biliyordu. Tahta sıraların arasında dolaşmaya, etrafa bakınmaya başladı, her şey düşlerinde gördüğü gibiydi, yalnız bir eksik vardı. Rahip arka odada oturur iken dışarıdaki sesleri duyunca kalkarak oraya yöneldi. Sabahın bu saatinde kızı görünce şaşırmıştı. Kız kafasını salladı, karşısındaki adamı inceledi, eksik parça şimdi tamamlanmıştı. “Sizi arıyordum.” dedi ve rahibe doğru bir adım attı, “Bulacağımı biliyordum.”

Rahip tuhaf laflar eden kıza baktı, suratı bir anda tanıdık gelmişti ona, yalnız çok silik, çok eski bir hatıra gibiydi. “Sizinle daha önce tanışmış mıydık?” diye sordu kıza. Kız gözlerini rahibin gözlerine dikerek konuştu, “Ben de onu öğrenmeye geldim.” Lafını bitirmesinin ardına ekledi “Adınız ne?”

Rahip lafa girecekti ki sağdaki dar koridordan gelen ayak seslerini işittiler. Kız koridordan kimin geldiğine bakmak için döndüğünde rahibe çok benzeyen, kambur bir adamla karşılaştı. Kambur onun suratına bir tuhaf bakıyordu, kız bir adım geriye çekildi. “Korkma.” dedi kıza, "O kilisemizin zangocudur, benim de akrabamdır.” dedi. Onların dediklerini işiten kambur gerisin geri geldiği yoldan geri döndü. O gittikten sonra rahip kızın omzuna dokunup kendine dönmesini sağladı. Rahip “Adımı sormuştunuz.” dedikten sonra hafifçe gülümsedi, ismini duyanların tepkilerine alışmıştı artık. “Adım Adem.”

Kız alışılagelmedik bir şekilde rahibin adına şaşırmamıştı, “Şaşırmadım.” dedi ona,

“Adım Havva.”

Rahip onun ismini işitince zihninde tuhaf imgeler oluşmaya başladı. Elmalar, kılıçlar, tüfekler, trenler. Hepsi hızlıca gelip geçiyor, içinde olduğu duruma odaklanmasını engelliyordu, olduğu yerde sendeleyince Havva koşup koluna girdi.

“Sizi dışarı götüreyim de biraz hava alalım, hem konuşacak çok şeyimiz var.”

Onlar gittikten sonra kambur saklandığı yerden çıkarak minik odacıkların olduğu tarafa yöneldi. Günah çıkarma kabinlerinden birine girdikten sonra oturdu, önce için için sonra feryat figan ağlamaya başladı. “Allah’ım artık beni terk mi ettin? Bana darıldın mı?”


- Her şeyin başında tanrı, kadını ve erkeği yarattı. Yüce yaratıcı bu iki cinsin birbirine benzemesini istemiyordu. Kadına dik, yukarı yükselen bir gövde, erkeğe ise aşağı bakan, ona daima secde eden bir gövde verdi. Fakat Havva kendine benzemeyen bu tuhaf yaratımı istemedi ve tanrıya yalvardı, ona kendine benzeyen, dik gövdeli bir eş vermesi için. Havva’nın dualarını kabul eden tanrı Adem’i yarattı. Adem’in sırtı Asım gibi kambur değildi, Havva ile bir olduklarında tam denk geliyor, bedenleri rahatça kavuşuyordu. Tanrı elçileriyle Asım’a müsterih olmasını, ona da kendine benzeyen bir eş vereceğini haber etti. Fakat Asım, Havva’nın yaptıklarından sonra kendini kusurlu bir yaratım olduğuna inandırmıştı, tanrının hediyesini reddetti. Evet, sizin bildiğinizin aksine Asım bu kâinatın ilk isyankârıdır. Bundan sonrasında yalnız Asım değil, tanrının ona verdiği biçimi beğenmeyen Adem ve Havva’da yaratıcının gazabından nasibini aldı. Yarattığı bu mahlûkların düşük ahlâka sahip olduğunu gören tanrı, onları ceza olarak sonsuz bir sürgüne yolladı. Cezaları yalnız sürgün olmak değildi, Adem ile Havva asla dik bedenlerini kavuşturamamakla, Asım ise beğenmediği biçimiyle ebediyete kadar yaşamak ve asla Havva’nın sevgisini kazanamamakla lanetlendi. Daha sonra tanrı onların işlerini zorlaştırmak için dünyaya insanlar yolladı, soylarını türettirdi. İşte, adına yaşam dediğiniz şey yalnızca tanrının kurguladığı bu piyestir, rolünüzü iyi oynayın.