Mektup attım postaya.

İki güvercin geldi ve posta kutusunu gagalamaya başladı biri, diğeri kutudan içeri attı kendini ve ciyaklamaya başladı.

Omurgası kırılmıştı.

Az sonra kanlı başı göründü kutunun ağzından ve gagasında mektubum vardı.

Anladım ki ne yaparsam yapayım mektup atamayacaktım postaya.

Güvercinlere kızamadım. Sessizce buğulu pencereden izledim onları. Sanki bana gülüyorlardı. Omurgası kırık olan sürünerek gözden kaçtı. Diğeri aval aval bana bakmayı sürdürdükten sonra kanatlarını çırptı. Sıkılmıştı.

Bana attığı son bakışı sanki bir daha mektup yollamaya kalkışım deme der gibiydi.

Annem mutfaktan seslendi. Papatya çayı yapmış. Hava soğuk. Herkes hasta. Herkes gibi hasta olmak istemezsin diyor mutfaktan seslenerek. Bende herkes gibi hasta olmak istemem diye cevap veriyorum anneme.

Papatya çayımı içiyorum. Gözlerim dışardaki kurak soğuk ufku izlerken ne kadardır yalnız olduğumu hesaplıyorum. Parmaklarım yetişmiyor.

Yollamam gereken bir mektup vardı ama güvercinler izin vermiyordu. Ölümü göze alsa dahi mektubu mu yırtıp parçalıyorlardı. Ben de pes ettim.

Aklıma mektubun sahibi geliyor.

Eski anılarımız canlanıyor onunla. Çocukluğumuzu beraber keşfetmiştik büyürken. Deli dizgin iki kız. Barlarda elimizde kağıt kalem vardı. Arada tanrıya sataşıp yabancıların anılarını çalardık.

Herkesin içinde gülebilirdim, dişlerimden utanmadan, varlığımdan ve günahlarımdan. O varken yanımda bir şeylerin içinde var olabilirdik. Gece yere uzanıp tavanı izlerken ettiğimiz koyu sohbetler ne kadar karanlık ya da ne kadarı eğlenceli hatırlamıyorum. Ama sanki güneşi odamızdaymış gibi hissettirirdi.

Gülerdik. Gizli oyunlarımız vardı. Kelimeleri giydirip süsleyerek çaka satardık gri bulutlara.

Yaşlılarla gülüşüp kol kola yürürdük hane...

Sonra kış başladı. Papatya çayı yapan annemin dizinde özgürlüğüme günler saydım. Ama günler daha bir anlamsız ve sessizliğe gömülmüş gibiydi. Her şey kocaman bir yük. Ağır geliyordu.

Babam kahveye gittiğinde, annem misafirliğe, kocaman sessiz evin balkonundan sigara tüttürüyordum. Her şeyin silip kaypaklaştığı bir diyardı sanki gördüğüm. Kaldırımda yürümeye çalışan adamlar çizgilerin üstünde yürümediği için vurulmalıydı. Sert ve hızlı yürüdükleri için, beni korkuttukları için başlarına taş yağmalıydı. Her şey fazla sert gibi geliyordu. Hayatın kendisi boğazımda bir kılçık gibi kalmış gibiydi.

Geri dönmek daha bir korkutucu. Daha bir manasız koşuydu. Atletimi yere çalmıştım. Terli vücudum, ağrıyan bacaklarıma inat koşacak kadar azimli biri değildim. Ben hep yolun yarısında geri dönendim.

Yine gittim. Yabancıydı sanki her şey. Eskiden olan silinmiş ve hatırlanmakta zorluk çekilen bir saat gibiydi.

Onunla çalmayı öğrenmiştim. Çantama her şeyi sığdırdım. Kocaman gülen aileler sinemada mısır yerken ben karanlıkta çaldıklarımla ağladım.

Kustuklarım ve ağladıklarım. Bir değeri var mıydı? Soğuk karanlık sokaklarda attığım adımlarımın sesi... Bilmediğim şehirler. Bekleyenim yok. Benle peynir kemiren farelerin dostluğu var.

Yağmur yağacak mı.

O dört ayda hatırladıklarım neler? Gizleyip gömdüğüm. Gün ışığına çıkarabilecek miyim? Uzun yollar mı yoksa karın ağrısı mı. Bilmiyorum?

O eskide kalmıştı. Konuşmuyorduk. Sessizce aramıza sonbahar yaprakları dans etmişti. Sırtımızı dönüp yürüdük. Ama orada bir şeyler gömülüydü işte. İkimizde hissediyorduk sanırım.

Tekrar o ağacın altına gelip toprağı çıplak elle eşeleyecektik. Sakladığımız bir ceset değil bize ait bir şey olduğunu bilecektik.

Zaman aktığında yaralar iyileşir derler. Kızgınlıkların fırtına da sakinleşip durulanacağını öterler. Öyle olmadı.

Şimdi annemin dizinde yine papatya çayı içiyorum. Pencereyi gagalayan güvercinlere tepem atıyor. Bunu hissediyorum.

Bende bir plan yapıyorum.

Gece oluyor.

Gündüz doğuyor.

Sırtımda bir çanta. Güneş yok ama serin rüzgar benimle. Otostop çekiyorum. Yaşlı bir adam patateslerini şehre götürüyor. Beni otogara bırakabilirmiş. Kendisi aşıkmış aslında, övünüyor. Bana yol boyunca türkü söylüyor.

Kamyonetinden indiğimde iştahlı bakışlarını görüyorum. Neden daha önce fark etmedim bu bakışları. Fazla gülümsediğimden mi, erkeklerden korktuğumdan mı. Utanarak el sallayıp otogara gidiyorum.

Gökyüzünde bir kaç güvercin görmem beni endişelendiriyor. Sanki beni izliyorlar.

Otobüse biniyorum. Kek ikram etmemeleri sinirimi bozuyor. Cebimde delik, bir şey alamıyorum. Bende çalıyorum. Eski gündekiler gibi.

Otobüsten indiğimde güvercinlerin sesleri daha bir çok geliyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum. Tepemdeler, oldukça fazlalar.

Onlardan korkmuyorum. Yapmam gereken şeyi yapacağımı biliyorum. Ne bir çanta ne bir valizim var. Emin adımlarla sokakları arşınlıyorum.

Karşıma uçsuz bucaksız çöl çıkıyor. Çakalların sesleri dolunayda parlarken ben üşüyorum. Ateş yakamıyorum. Rüzgar başına buyruk kumlarla dans ediyor.

Bir çobanın türküsünü duyuyorum. Ardından gelen yüzlerce koyun aynı anda eşlik ediyorlar türküye. Beni gördüğünde yanıma geliyor.

Ses etmiyor. O bir erkek. O bir sağır. Konuşmuyoruz. Cebinden bir tütün paketi çıkartıp sarıyor. Birini bana veriyor. İki tane köpeği ayaklarında kıvrılıp uyurken sigaramızı içiyoruz. Dolunay her yeri aydınlatıyor.

Sabah olduğumda üstümde koyun kokusu olan ceketle uyanıyorum. Çoban gitmiş. Ardında koyunların ayak izleri ve türküsünün nağmeleri var. Mırıldandığı kelimesiz türküsünün.

Yola koyuluyorum. Güvercinler tepemde akbaba gibi dolanıyorlar. Gıkım çıkmıyor. Yürüyorum.

Çöl bittiğinde karşıma karlı dağlar diziliyor. Sıra sıra. Olympus’a benzetiyorum. Çıplak ellerimle sert kayalara tırmanıp zirveye çıkıyorum. Canım tütün çekiyor. Çobanın ceketini yoklarken bir paket fark ediyorum, içinde sarılı tütün ve kibrit var. Gülümsüyorum.

Dağları aştıktan sonra, köyleri, çakılı yoları ve patikaları ardımda bıraktıktan sonra bir ovaya geliyorum. Ovanın tam ortasında bir ev, bacasında dumanlar çıkıyor. Bulutların arasında sıyrılmış güneşle yıkanmış... Bahçesinde tavuklar dolaşıyor. Yerler çamur, geyik ve tavşanlar var. Hepsi bana bakıyor. Güvercinler çitlerin üstüne tünemişler bile. Ne yapacağımı merakla izliyor gibiler. Aldırmıyorum.

Evin basamaklarını tırmandıktan sonra kapıyı çalıyorum. Kalbim deliler gibi çırpınıyor. Göreceğimin ne olduğunu bilmiyorum. Yoksa biliyor muyum?

Güvercinler ardımda daha bir toplanmış. Benden daha meraklılar. Şaşkın ve birazda kızgınlar. Geyikler ve tavşanlar, tavuklar... Hepsi gölgeme sığınmış omzumdan beni izliyorlar.

Kapı aralanıyor. Ve o çıkıyor. Tıpkı eskiden hatırladığım gibi. Bana bakıyor. Suratında şaşkınlık var. Koyu gözlerinde bir gün beraber o toprağı eşeleyeceğiz demedim mi der gibi bakıyor. İkimizin gözleri de nemli...

Aile evinde bir gölgedeydim. Her çocuk gibi. Kanatlarım yontulmuş, güvercinler yetiştirdim benim yerime uçabilsinler diye. Onlara umutlarımı ve hayallerimi fısıldadım. Uçun dedim. Daha yükseğe ve kimseye aldırmadan. Sonra ne oldu. Neden güvercinlerim uçmayı bırakıp yerlere tünediğini anlamadım. Gerçeklik, kaygı ve yaşam mıydı onlara da olan.

Beni bundan mı durdurmaya çalıştılar. Mektubum yiten çocukluğumu anımsatıp hayal kurmaya ve umut etmeye cesaret ettiği için mi. Beni umuttan mı korumaya çalıştılar.

Güldüm. O da güldü. Sarıldık.

“Sana bir mektup getirdim, benden,” dedim.

“Sonra okurum, içeri gir sana çay koyim,” dedi. Güldüm.

“Hatırlıyor musun bende sana bir mektup yazmıştım,” dedi. Sanki ansızın bir şey hatırlamış gibiydi. “Kağıdın en altında sanki son bir cümle yazılmışta da bitmiş gibi nokta atmıştım.”

“... Nokta atmıştın,” diyerek son cümleyi beraber söyledik. “Ben o noktayı üç noktaya çevirmiştim. Daha davam edecek bir hikayesi olmalıydı o boş sayfanın diye düşünmüştüm.”

Güldüm. O da güldü. Tıpkı eski günlerdeki gibi.

Arkamı döndüm. Ve güvercinler hiç olmadığı kadar havaya yükseldiler. Her biri farklı yöne doğru delice kanat çırpıp bulutların içi

ne gömüldüler.

Ben içeriye adım attım.