Uyarı: Okuyacağınız öyküde tetikleyici unsurlar bulunabilir.


Şerafettin Efendi, 1997 yılı ekim ayının son pazar günü sabah namazını kıldıktan sonra terasında oturup güneşin doğuşunu izledi. Gökyüzüne baktı, açık ve ferahtı. Belediye başkanlığı seçiminin ardından tam bir hafta geçmişti. Kendisi siyasete oldukça meraklı birisiydi. Siyasi partilerin icadından bu yana bulunduğu ilçede belediye başkanlığına adaylığını koyuyor ama kendisinin de deyimiyle "Fırıldak Köylü" yüzünden açık ara farkla hep kaybediyordu. Bu seçimde de öyle olmuştu. Her beş senede bir kaybettiği seçimlerden sonra kimseye iyilik yaramayacağını ve bir daha adaylık koymayacağını dile getirip isyanlar ediyor fakat seçim zamanı gelip mahalle aralarında o güzelim Mustafa Sandal şarkıları siyasete alet edilmeye başlamadan hemen önce kendini adaylığını koymaktan da alıkoyamıyordu.


Şerafettin Efendi; uzun boylu, halk arasında babayiğit diye tabir edilen bir cüsseye sahip 65 yaşında yaşını pek de göstermeyen, esmer ve yakışıklı bir beydi. En çok hoşlandığı şey, yeğenlerine kaşlarında çıkan beyaz kılları cımbızla aldırmaktı. En çok korktuğu şey, kapı merceğinden bakarken silahla öldürülmek. Şerafettin Efendi etrafında sevilen ve sayılan biriydi. Karısı ona hep "Eyyubi" diye seslenirdi. Düğünlerin takı merasimlerinde elinde mikrofonla "Evlenin çoğalın" diyerek takıları toplayan, kız isteme merasimlerine öncülük eden, cenazelerde mevlit okuyan o kişiydi. İçinde tüm yaşayanların kör olduğu bir köye gitse bir gözünü kapatıp gezebilen uyumlu kişiydi. Neşeli ve güler yüzlüydü de ayrıca. Lakin her insan gibi onun da kötü özellikleri mevcuttu elbette. Akrabaları tarafından açgözlü olduğu da dikkatlerden kaçmıyordu. Onun bu kadar çok açgözlü olması çevresi tarafından da fark edilmiş olsa gerek ki kız kardeşleri bile kocalarına, abilerinin kulağına gitmeyeceği şekilde "Sakın abime oy verme." diyebilecek kadar hakkında acımasızca konuşabiliyorlardı.


Şerafettin Efendi derin derin gökyüzüne bakıp kara kara düşünürken saatler geçmişti. Oğlu Faruk televizyonu açmıştı. Star TV'de "Kaygısızlar" dizisinin 72. bölümü başlamıştı. Çocuğun "İki eksik bir fazla, İsmail bizi sakla, Kaygısızlar çok gamsızlar…" diye eşlik ettiği mırıltısı terasa kadar geliyordu. Faruk’un aklı biraz kıttı. Evlilik çağına gelmişti. Şerafettin Efendi'ye göre yaşı kaç olursa olsun, bir çocuğun sandalyeye oturduğu vakit ayakları yere düz basabiliyorsa o çocuğun evlenme vakti de gelmiş demek oluyordu. Fakat kız istemeye gittiklerinde kimse onu beğenmiyordu. Şerafettin Efendi bir de oğlu için üzülüyordu. Bir keresinde karısı, lavaboda abdest alırken hüngür hüngür ağlarken görmüştü onu. Alakasız yerlerde acı çekmek acısını ikiye katlıyordu. Şerafettin Efendi oğlunun yanından geçip sağ köşedeki kitaplığın alfabetik sıraya göre dizilmiş Yeni Yüzyıl Gazetesi'nden kupon biriktirerek aldığı Ana Britannica ansiklopedilerinin dizili olduğu rafından bayram için sevdiklerine hazırlamış olup "Belediye Başkanı" sıfatıyla yollayacağı kartpostalları eline aldı ve sobanın üstünde karısının biraz önce demlemiş olduğu çayın altındaki kapağını açıp içine attı. Sobaya attığı o kartpostalların zaten neredeyse son kullanma tarihleri geçmek üzereydi. Onları yıllarca rahmetli babasının ölmeden önce emanet ettiği silahını sakladığı dolapta saklıyordu. Yıllar önce hazırlamış olduğu o kartpostalları, her seçimden sonraki ilk bayram "Belediye Başkanı" sıfatıyla vermeyi ümit etmiş, açgözlülüğünden midir bilinmez ama bir türlü kısmet olmamıştı. Bu sene de bayram sonbahara denk gelmişti. Fakat hava aralık ayı kadar soğuktu. Yaylalara kış hep daha erken geliyordu. Bulunduğu ilçede rakım 1700'dü. Ayrıca buralarda mevsim yaz ve kış diye ikiye ayrılıyordu. İlkbahar ve sonbahar yaşanmazdı. Ya hep sıcaktı ya da hep çok soğuk. Ya palto giyilirdi ya da hava ilçe halkını çıplak dolaşmak isteyecekleri kadar sıcak olurdu. Yaz aylarında küresel ısınma burayı da vurmuştu. Tabii 1997 yılında "Küresel Isınma" kavramı İsviçreli bilim adamları tarafından henüz icat edilmemişti. İcat edildiyse de Türkiye'nin henüz bundan haberi yoktu.


Şerafettin Efendi vestiyerden paltosunu alıp sessizce dışarıya çıktı. O zamanlar "mont" kelimesini kullanmak da yaygın değildi. Zaten Şerafettin Efendi gibi birine kapıdan çıkarken arkasından çocuğa seslenir gibi "Montunu unutma." diye cümle kurmak yakışmazdı. "Paltonuzu giyiniz zat-ı muhterem." cümlesini kullanmak daha uygun görünüyordu. Evinin tam 312 metre ilerisinde -evet Şerafettin Efendi boş bir zamanında aradaki mesafeyi gerçekten ölçmüştü- Almancı komşusunun kiraz bahçesine girdi. Mantıken bu mevsimde ağaçların kuruması gerekiyordu. Kurumuş ağaçların arasından ilerledi. Bahçenin tam göbeğinde bir su kuyusu vardı. Almancı komşusu yazın kiraz ağaçlarını sulamak için ve tabii ki de su faturası fazla gelmesin diye kullanıyordu bu kuyuyu. Su kuyusuna doğru iyice yaklaştı. Halatı yavaşça çekti. Halatı ucundaki paslı su kovasını çözdü ve kuyudan dışarıya sağ ayağının hemen yanına sakince bıraktı. Halatın sağlamlığını eliyle kontrol etti, birkaç düğüm attı. Boğazına bağladı ve kuyunun ucuna yaklaştı. Uçurumun dibini boylamadan önce manzaranın tadını çıkardı. İç geçirdi ve kendisini kuyudan aşağıya bıraktı. Artık o ilçede dağlar denize paralel uzanmasa da olurdu. Kışlar ılık ve kar yağışlı geçmese de… Komşusunun evine su faturası fazla gelse de olurdu. Bir sonraki belediye başkanı adayı mont giyse de olurdu.

                                                                                                                                   

30.03.2021