Hüseyin Rahmi’nin aziz hatırasına ithafen…




Tuhaf bir konaktı.


Mahallenin boyası dökülmüş, çatıları akan, tahtakurularına sığınak olmuş bakımsız, bir örnek evlerinin ortasında, çürük dişlerin arasındaki tek bir altın diş gibi, sarı sarı parlardı. Demir bahçe kapısından eve uzanan taş yolunun iki yanında düzgünce budanmış şimşir ağaçları, kapısının önünde mis kokulu gülleri, arkasında karaçamlardan ve servilerden bir korusu vardı. Ama bu konağın en ilginç parçası, bahçenin batı köşesindeki dalları yere kadar uzanan söğüt ağacı ve onun hemen altındaki ak mermer taşlı mezardı.


O zamanlar küçüktüm ama iyi hatırlıyorum. Cenap Bey köşkünün bahçesindeki bu tek mezar, tekmil Bursa için adı bile anılmayan bir korku nesnesiydi. Hasbelkader evin önünden geçecek olsak parmak uçlarımda yükselip mezar taşını görmeye çalışır, bunu her denememde de büyüklerimden ya bir çimdik, ya bir fiske, hiçbiri olmasa sağlam bir fırça yerdim. Zaman geçip boyum uzayınca parmak uçlarımda yükselmeme gerek kalmadı ama o zaman bile, dikkatimi onca cezbeden ak mezara şöyle hür bir biçimde bakamamışımdır. Başımı yerden kaldırmadan, göz ucuyla bir şeyleri izlemeyi böylece öğrendimse de, o mezar taşının şekline, şemaline dair merakımı kırk senedir yenemedim.


Nihayet, bu hikayedeki bana göre en tuhaf hadiselerden biri olmak üzere, babam Bursa adliyesindeki mümeyyizliğinden birden bire Dahiliye Nezareti mektupçuluğuna terfi edince İstanbul’a taşındık. Biz gittikten sonra olan tuhaf hadiseleri ise, yıllar sonra o mezar taşını görmek üzere Bursa’ya geri döndüğümde, eski komşularımızdan öğrendim.


Aşağıdaki hikaye, öğrendiğimde beni hayli şaşırtan ve Bursa zabıtlarına “Serair-i Şahide”* olarak geçen işte o öyküdür.


Şahide Hanım; kısa boylu, tıknaz, pek asık yüzlü bir kadındı. O sıralar altmışını biraz geçmişti. Kocasından miras kalmış iki katlı ahşap köşkte, hizmetine bakan geçkin bir uzak akraba kızı ile tek başına yaşardı. Başkaca da kimseyle görüşmezdi. Her Perşembe akşamı başında beyaz namaz örtüsü ile ak mezara varıp Yasin okur, bundan başka evden çıkmazdı. Hele bahçeden dışarı adım attığı hiç görülmemişti.


Merhum kocası Cenap Bey, hayli tanınmış İstanbullu bir ailenin büyük oğluydu. Bab-ı Ali’nin yüksek dereceli memurlarından biriyken burada bahsolunması muhal bulunan hadiseler neticesinde memuriyetten uzaklaştırılınca, Dersaadet’te duramayıp Bursa’ya taşınmış, makamından edilmesine neden olan jurnalde payları olduğuna inanarak, bir daha hiçbir hısım akrabasını da görmek istememişti. Yine aynı sebepten Bursa eşrafından birini de ahbap edinmediği gibi, ömrünün sonuna kadar çarşı pazar işleri kabilinden zaruri meseleler haricinde kimseyle münasebet de kurmadı.


Ama Cenap Bey emraz-ı kalbiyeden ölüp de bahçenin köşesindeki söğüt ağacının altına, ebedgâhına defnedildikten bir müddet sonra, evde bir takım olağanüstü hadiseler baş göstermeye başlamış, ve bu hadiseler köşkü de, Cenap Bey’i de her türlü sohbetin baş köşesine oturtmuştu.


İlki, kedi vak’asıydı.


Şahit olanların anlattığına göre, bir Perşembe akşamı yatsı ezanından hemen sonraydı. Mahallenin haşarı veletlerinden ikisi kara bir sokak kedisini kovalıyordu. Sebep, hayvanın içlerinden birinin kanaryasını mideye indirmiş olmasıydı. Ama bu kovalamaca, iki çocuktan birinin dilinin tutulması, diğerinin bacağını kırması, kovalanan kara kedinin de korkudan bembeyaz kesilmesi ile nihayete ermişti.


Çocuklardan dili tutulmayanın birkaç saat sonra kendine gelip anlattığı üzere; kedi köşkün bahçesine girince onlar da duvarı atlayıp peşinden gitmişler. Tam mezara doğru koşan hayvanı takip etmek için köşeyi dönüyorlarmış ki, önce kedinin suya düşmüş gibi ciyak ciyak bağırdığını işitmişler; ardından da duvarın köşesinden garip bir gölge uzanmış. İki çocuk oldukları yerde donup kalmışlar. Gölge büyümüş, büyümüş, sonunda yanlarına varmış. Bu sırada çıldırmış gibi onlara doğru koşan, kara tüyleri korkudan bembeyaz olmuş kediyi görmüşler. Çok geçmemiş ki, zayıf, soluk tenli bir Cenap Bey, üzerinde kefeniyle karşılarına dikilmiş.


Mahalle eşrafı ilkin bu olayı çocukların bir çeşit oyunu, hatta kabahatlerini gizlemek için uydurdukları bir masal addettiler ve içlerine hafif bir tedirginlik serpmesine rağmen gülüp geçtiler. Ama iş bununla kalmadı. Kedi hadisesinin üzerinden bir hafta kadar geçtikten sonra ikinci bir hadise vuku buldu. Bu seferkinin şahidi, biri dilini yutmuş iki çocuktan daha muteberdi üstelik.


Cenap Bey’in köşke taşındığından beri işlerini yapan bir bahçıvanı vardı. Ayda birkaç mecidiyeye tüm bahçeyi çekip çeviren bu yaşlı adam, Bursa’nın yerlilerinden, etliye sütlüye karışmayan, sessiz, kendi halinde bir ihtiyardı. Çoluğu çocuğu yoktu. Kendisi gibi ihtiyar karısı ile köşkün iki sokak ötesindeki bir evcikte kalırdı. Yine köşke gittiği bir gün evine geç kalmış, karısını da bir hayli telaşlandırmıştı. Kadıncağız sabaha kadar bekleyip de ezandan sonra kocasını evinin kapısında beti benzi atmış bulunca az kalsın yüreğine iniyordu. 


İhtiyar bahçıvanın anlattığına göre, bahçenin işleri uzamış, ertesi gün tekrar gelmek istemediğinden akşamın geç saatlerine kadar çalışmaya devam etmiş. Nihayet gül fidanlarını budamayı bitirip de bahçede bıraktığı eşyaları toplamak için dolaşmaya başladığında, Şahide Hanım’ın başında beyaz namaz örtüsü, üstünde geceliği, korkudan sararmış bir yüzle bahçeden içeri kaçtığını görmüş. Hemen ardından duyduklarını ise ömrübillah unutmasının mümkün olmayacağını söylüyormuş yaşlı adam. Kalın, boğuk bir erkek sesi, bahçeyi dolduran gür bir seda ile “Şahide!” demiş çünkü, “Kapını ört! Bir daha da kimseyi içeri alma, yoksa karışmam!” 


İhtiyar bahçıvan, korkudan düşüp bayılmadan önce, söğüdün altındaki mezarın yanı başında Cenap Bey’in ak hayaletini gördüğüne yeminler ettikçe bu vak’anın mahalle üzerindeki tesiri de arttıkça arttı. Nihayetinde ağızdan kulağa bire bin katılarak yayıldı ve tekmil Bursa’ya malum oldu. Bir zaman sonra, her Perşembe gecesi hudut nöbeti tutan nefer gibi mezarında dikilen “Cenap Bey hayaleti”, şehrin en ürkütücü efsanesi haline geldi. Öyle ki; insanlar değil bahçeye girmek, başlarını çevirip bile bakamaz oldular. Yüklü kadınlar düşük yapma korkusundan evin sokağından dahi geçmiyor, anneler çocuklarının civarda oynamasına izin vermiyordu. Hortlağın izniyle eve girip çıkabilen uzak akraba hizmetçi hariç, hiç kimse bir daha ne Şahide Hanım’ın yanına yaklaştı, ne de konaktan içeri adım attı.


Nakledilen olağanüstü hadiseler arttıkça, başından geçtiğini iddia edenler bile hangisinin gerçek hangisinin yalan olduğunu karıştırmaya başladı. Söğüdün tepesine yedi kat semadan nur indirenler, köşkün altına hazine gömenler, konuşan yılanları evin etrafına nöbetçi dikenler; yanlışlıkla kapıya uğrayan bir dilenci kadını, kapının önündeki birikintiden su içen köpeği, köşkün damına konan saksağanı dahi çarpanlar… Hatta Cenap Bey’i ardında bir ecinni tümeni ile Bursa sokaklarında devriyeye çıkaran bile oldu ama, bereket versin bu tuhaf alay ikinci kez ortada görünmedi de dedikodu Hicaz’a kadar yayılmadı.


Nihayet, merhumun ulviyetinden dem vurulmaya başlandı. Abdestsiz yere basmadığı, sabahlara kadar namaz kıldığı, her gününü oruçlu geçirdiği söylene söylene, hayaleti keramete dönüştürüldü. Çok geçmeden demir çitlerin mezar tarafına çaput bağlayanlar da türedi. Halbuki Cenap Bey yaşarken, tek bir vakit namazına dahi gittiğini gören yoktu. 


Hortlak ile görüşenlerin sayısı arttıkça, ilim ve fenle alakası olmayan cahil halktan sıyrılmak isteyen bir takım septikler de türemeye başladı. Başlarda kahvehanelerde oturdukları masadan “Yapmayın efendiler, aklın egemen olduğu bir devirde hortlağa inanılır mı? Bu şekilde değil kurtulmamız, düştüğümüz cehalet batağından başımızı kaldırmamız dahi mümkün değildir. Batı fende bu derece ileri nasıl gitti? Nasıl olacak, tüm bu kocakarı lakırdılarını bıraktılar da ondan!” demekle yetinirlerken, zamanla nutuklar şiddetlenmeye başladı. Öyle akşamlar olurdu ki kahvehaneler bunlardan birinin, ruhların öldükten sonra rahatsız edilmemesi gerektiğine inanan bir mistik ile tutuştukları şiddetli tartışmaları, Lahanacılarla Bamyacıların müsabakalarından biriymiş gibi izleyen mahalleliyle dolar taşardı. Galibi belli olmayan bu şiddetli münazaralarda insanlar kah birinin tarafını tutar, kah öbürünün haklılığına hükmeder, ateşli taraftarlar her hafta değişirdi; ama bu iki grubun imtizac edemeyişi her daim baki kalırdı.


Tartışmalardan kesin bir sonuç elde edilememesi septiklerin bilhassa ağırına gittiğinden, bir zaman sonra hiç yoktan “sen daha kötü savundun”, “ben daha iyi savundum” kavgaları çıkarır, birbirlerine düşer oldular. Bu kavgalardan galip çıkmaya heves ettikçe daha beter hırslandılar. Artık dedikoduya itimat etmeme işini öyle ileri götürmüşlerdi ki, “kim daha septik” yarışına tutulup adeta birbirlerinin boğazına sarılmaktan çekinmiyorlardı. Buna mukabil mistikler sazı iyice ellerine almışlar, Cenap Bey’le başlayan hayalet, hortlak, cadı, ruh, ecinni furyasını başka memleketlerden, kasabalardan, köylerden hikayelerle besliyor; mahalledeki korkunun semirdikçe semirmesinden neredeyse keyif alıyorlardı. Septiklerin yarışı süredursun, mistiklerden etkilenen mahalleli bu kadar şüphenin Cenap Bey’i iyice küplere bindireceğine karar verip el birliğiyle aralarındaki hainleri susturmayı görev edindiler.


Dedikoduların iyice ayyuka çıktığı, mahallelinin birbirine düştüğü, dostların, kardeşlerin, hatta karı-kocaların dahi aralarının bozulduğu zamandı. Yine bir Perşembe gecesi yatsı namazından sonra, sokaklardan el ayak iyice çekilmişken, köşkün içinde parlak bir ışık peyda oldu. Başlangıçta kimse ne olduğunu anlayamadı. Herkesin ortak düşüncesi Cenap Bey hayaletinin yeniden ortaya çıktığı idi. Fakat az zaman sonra yükselen kapkara dumandan anlaşıldı ki, bu ışık hayaletin nurundan değildi; köşk yanıyordu.


Bir anda tekmil mahalle sokağa döküldü. Duyanlar duymayanlara haber verdi, karılar kocalarını döşeklerinden kaldırdı, çocuklar ana babalarının peşine düştü, nihayet köşkün etrafı insanla doldu. Böyle izdiham görülmemişti. Fakat bu kalabalık, tek kıvılcımla tutuşacak saman balyaları kadar kuru bir kalabalıktı. Halk, kendi aralarında mırıldanarak köşkü izliyor, lakin kimse yardım etmeye yeltenmiyordu. Cenap Bey sonunda gazabını göstermiş, alevden diliyle köşkün pencerelerinden Bursa’ya tehditler savuruyordu onlara göre… Birkaç mistik de öne çıktılar, “Aman efendiler… Aklı olan bir damla su dökmeye… Tillahi Cenap Bey’in ecinni avanesi hepimizi çarpar!” diyerek velveleyi iyice artırdılar.


Bereket versin tulumbacıbaşı bu mistiklere aldırmadı da yangın diğer evlere sıçramadan söndürüldü. İşin aslı da, yarı yarıya yıkılmış köşkün ıslak tahtaları tüterken ortaya çıkmış oldu.


Tulumbacılar işe giriştikten az zaman sonra, ev sahibesinin ihtiyar bacaklarından beklenmeyecek bir kuvvetle köşkün kapısından fırladığı görüldü. Başında isten kararmış namaz beziyle ön bahçeden dışarı çıkan Şahide Hanım’ın astım öksürükleri arasında anlattığına göre, yangın bir yağ kandilinin devrilmesinden peyda olmuştu. 


Yaşlı kadın hemen her akşam yaptığı gibi, o akşam da ak mezarı gözleyen bir pencerenin önüne yerleşmiş, zevcinin ruhuna Yasin okuyormuş. Bir aralık içi geçmiş, uyuyakalmış. Çok sürmemiş ki merhum kocasının sadasıyla uyanmış. “Şahide,” diyormuş Cenap Bey, “bedbahtım, beni bu azaptan kurtar!” Şahide Hanım duyduğu sesin tesiriyle yerinden fırlamış, odasından çıkmış, koridorun alacakaranlığına seslenmiş. Lakin Cenap Bey hep aynı şeyi diyormuş: 


“Şahide! Beni bu ızdıraptan kurtar! Yoksa ikimiz de yanarız!” 


Korkudan ne yapacağını şaşıran kadın bir o yana, bir bu yana seğirtip bağırırken, nasıl olmuşsa olmuş; konsolun üzerindeki kandil devrilmiş, örtüleri tutuşturmuş, ortalık dumana boğulmuş. Söndürmeyi denemiş denemesine ama, alevler onun fersiz kollarının galebe çalamayacağı bir sür’atle yayılıyormuş. Çok geçmeden de isten, dumandan göz gözü görmez olmuş. Az kalsın boğulacakmış ki biri kolundan tutmuş, çekiştirerek ön kapıya savurmuş.


Şahide Hanım onu kolundan tutup dışarı atanın kim olduğunu soranlara “Efendiciğimdi, vallahi efendiciğimdi!” diye cevap verdikçe ahalinin helecanı artıyordu. Köşkteki yangın, mahalleli için sonunu merakla bekledikleri pek tuhaf bir komediye dönüşmüştü. Nihayet kadın sakinleşince aklına evdeki geçkin akraba kızı geldi, bir yaygara da onun için kopardı: “Amanın komşular, yetişin, Remziye içerde!”


Tulumbacılardan iki levend, bu imdad üzerine yanan köşke cengaverce atıldılar ve az zaman sonra Remziye’yi de eteklerinde yanıklarla dışarı çıkarmaya muvaffak oldular. Bu arada zabitler de olay mahaline varmıştı. Serkomiser hadiseyi bir müddet dinledikten sonra hem yangının söndürülmesi, hem de Şahide Hanım’ın sakinleşmesi için ahaliyi dağıtmaya çalıştı, ama kimsenin işin aslını öğrenmeden evine dönmeye niyeti yoktu. Sonuçta sorgunun karakolda değil, mahalle kahvesinde yapılmasına karar verildi; Şahide Hanım ve Remziye kahvehaneye sokulup kalabalığın ortasında birer iskemleye oturtuldular.


Şahide Hanım namaz örtüsünün ucunu bir yelpaze gibi sallarken ahlar vahlar ediyor, sesi derin nefeslerle kesilerek, bileklerini, şakaklarını ovan kadınlara yakınıyor; o sızlanıp dururken geçkin akraba kızı başı önünde, kaşlarının altından insanları süzüyordu. Böylece zaman geçti. Nihayet Serkomiser de yanında katip ile kahvehaneye girip uğultunun kesilmesini emredince, Şahide Hanım’ın derin iç çekişlerinden başka ses duyulmaz oldu. 


“Sonunda oldu… Vallahi oldu… İkimiz de yanarız, diyordu… Ah efendiciğiiiim, ah… Bak başımıza ne işler açtı şu katır inadın, sen kabrinde ben burda yandık vallahi, aaah…”


Kendisi de iflah olmaz bir septik olan Serkomiser, asabi bir sesle bu yakınmaları kesti.


“Hanım, şu hadiseyi baştan anlat bakalım. Mesele artık yangını aştı. Bak bunca ahaliyi başına topladın. Hortlak dedikodusu bütün Bursa’nın dilinde. Nedir derdin, nerden çıkıyor bu hurafeler?”


“Bilir miyim evladım, bilir miyim…” diye cevap verdi Şahide Hanım, bütün gövdesiyle iki yana yaylanarak. “Efendiciğim sene-i devriyesinden beri ne kendisi kabrinde rahat yattı, ne ben döşeğimde uyku yüzü gördüm. Gecem gündüzüm karıştı, aklım hayalim şaştı… Lakin hep o şeytan icadı yüzünden oluyor bunlar… Ah benim talihsiz başım…”


“Yeter, hanım… Sızlanmayı, ah vah etmeyi bırak da meseleyi etraflıca naklet. Belli ki bu işte bi’ iş var.”


“Pekiyi, anlatayım, anlatayım ama… Nasıl anlatayım bilmem ki… Efendiciğim eve geliyordu işte. Başlarda sadece evin içindeki enva-i eşya yer değiştirdi. Sonra daha başka türlü hadiseler… Buyurun sorun, Remziye hepsine şahittir.”


Bir anda bütün kafalar Remziye’ye döndü, ama geçkin kız tek söz etmiyor, öylece önüne bakıyordu. O sükutta ısrar edince, Şahide Hanım da çaresiz, başından geçenleri kendisi nakletmeye başladı.


“Adetimdir, yatmadan önce köşeyi bucağı dolaşırım. Her şey yerli yerine konulmamışsa beni uyku tutmaz. Bilirsiniz ya, ecinniler pisliği, dağınıklığı sever. Ben bu tip mahlukattan pek korkarım. Remziye de huyumu senelerden beri bildiği için yıkanmamış tek kap, derlenip toplanmamış tek yer bırakmaz.


Efendiciğimin sene-i devriyesinde, en sevdiği yemeklerden bir sofra kurmak istedim. Yemeğimizi yedik, duamızı ettik, vakti gelince de uyuduk. Sabah kalktığımda, mutfakta bir kap bulaşık gördüm. Hüda bilir, Remziye gece uyanıp atıştırıyor zannettim. Fakirin lokmasını saymak yakışık almaz diye sesim de çıkmadı. Aradan zaman geçti, haftada bir hadise tekrarlandı. Mutfaktaki bulaşığın ardı kesilmeyince, dayanamadım sordum. Meğer o yemezmiş. O zaman beni bir düşüncedir aldı. İyi saatte olsunlara karıştık diye korktum, Remziye’ye üzerlik yaktırdım…


Sonra baktım, bu bulaşık hadisesi hep Perşembe geceleri oluyor… Ninem anlatırdı, Perşembe geceleri ölüler evlerini ziyarete gelirmiş…”


Mistiklerden bir kaçı yüksek sesle “selamün kavlen” getirdiler. 


“O zaman anladım… Dedim ki; efendiciğim elimin tadını özlemiş olacak… İlkin gönlüme hoş geliyordu. Her Perşembe bir kap yemeği kendim sofraya koyar öyle yatardım, sabah kalkınca yenmiş bulurdum. Sonra bir gece efendiciğim rüyama geldi. İşte ondan sonra uyku uyuyamaz oldum. Perşembe geceleri seslenir, mezarından kalkar, bana görünür… Bir senedir kaç hatim indirdim, kaç Yasin bağışladıysam kar etmedi. Ne o huzura eriyor, ne ben…”


Serkomiser bu kez Remziye’ye döndü.


“Ya sen ne dersin bu işe? Doğru mu anlattıkları?”


Herkes geçkin kızın anlatacağı fevkalade hadiseleri duymak için kulak kesilmişti, lakin dili tutulmuş gibi kem küm eden Remziye “evet, öyledir” türünden bir şeyler gevelemekten başka lakırdı edemedi. Biçare, içerideki ağır havadan bunalıp hafif bir baygınlık geçirmese, sabırsız mahalleli konuşsun diye yakasına yapışacaktı.


Lakin iş bununla kalmadı. Kadınlar Remziye’yi ayıltmaya çalışırken kahvehanenin kapısı hızla açıldı ve içeri fırtına gibi dalan bir çocuk avazı çıktığı kadar bağırarak haber verdi.


“Köşkte! Köşkte! Cenap Bey hayaleti köşke geldi!”


Bir anda kahvehane karıştı, mahalleli birbirini adeta ezerek, akın akın kapıdan dışarı çıktı. Haberi alan herkes köşkün etrafını yeniden doldurmuştu. İkinci kattaki pencerelerden birinden dışarı vuran ışığı görenlerin kimisi “euzü besmele” çekiyor, kimisi rahmetlinin ruhuna Fatihalar okuyor, kimisi de “Hey maşallah! Mübareğin nuruna bakınız!” türünden feryatlar ederek insanları iyice galeyana getiriyordu. İlim ve fenni o kadar ateşli savunan septikler bile susmuş, kocaman açılmış gözlerle hadiseyi izliyorlardı. Hani içlerinden biri “gerçekmiş” dese, hepsi birden fikirlerinden caydıklarını bağıra çağıra ilan edeceklerdi.


O anda camın önünden bir gölge geçti. Ahalideki şaşkınlık ve heyecanının tesirine kapılan Serkomiserin silkinip kendine gelmesi için bu gölge hadisesi kafi gelmişti. “Yürüyün, içeri giriyoruz.” diye bağırdı revolverini çekerek. O ve birkaç memur hep birlikte köşke dalınca önce penceredeki nurun söndüğü görüldü, sonra evin içinde koşturma sesleri, bağırtılar duyuldu. Bu hadisenin etkisi daha kaybolmamıştı ki, köşkün arka tarafında bir velvele daha koptu; “Yakalayınız, yakalayınız kaçıyor!”


Sonunda bekçi ve civardan birkaç erkek, ensesinden tuttukları kaytan bıyıklı, yarı çıplak, gençten bir adamı kalabalığı yara yara mahallelinin önüne getirdiler. “Arka taraftan sıvışırken tuttum!” diye bağırıyordu bekçi heyecanla. “Köşkteki buymuş!”


Halk önce bu yeni malumatın şaşkınlığıyla sus pus oldu, sonra bir mırıltı dalgası insanlar arasında dolaştı; başlar fokurdayan bir kazan gibi bir yükselip bir alçalmaya, omuzlar bir o yana, bir bu yana dönmeye başladı. Herkes birbirine bu adamın evde ne işi olduğunu soruyordu, lakin bu suale cevap verebilecek tek kişi, hali hazırda sualin öznesi olduğundan, bir yanıt bulunamıyordu. Sonunda kahvehanenin sözü geçer müdavimlerinden Salim Efendi’nin sesi duyuldu: “Tanıdım!… Bu mendebur, kasap Osman Efendi’nin ayyaş oğlu, Şemi!”


Serkomiser sinirlenerek, “Demek Şemi ha!”, diye emretti zabitlerine, “Götürün bunu da kahvehaneye, diğer kadınların yanına oturtun. İzah etsin bakalım, elinde şemi ile ne arıyormuş yangın enkazında bu Şemi.”


Böylece Şemi de iki kolunda iki zabit, kahvehaneye doğru götürülmeye başlandı. O ana kadar suskun olan Şemi, böyle çekiştirile çekiştirile yürütülünce, neticeden korkarak zembereğinden boşalmış gibi aceleyle anlatır oldu. Yangını merak ettiğini, ölü yaralı var mı diye geldiğini, tek gayesinin yardım etmek olduğunu söyledi durdu. Ama kimseyi ikna edemedi. Nihayet kalabalıktan biri bağırdı.


“Resmen yalan söylüyor Serkomiserim. Farz edelim ki yangına bakmaya gelmiş… Sorsanız ya, niye içliğiyle donuyla gelmiş?” 


Serkomiser bu sorunun kaynağını aramaya lüzum görmeden Şemi’ye döndü.


“Al bakalım, buna ne cevap vereceksin?”


Şemi o dakikadan sonra başka bir şey söyleyemeyerek susmak zorunda kaldı. Zaten az zaman sonra yanlarına varan memurun elindeki beyaz kumaş sayesinde, söyleyecek bir şeyi de kalmamıştı. Memur, aceleden nefesi kesilerek çarşafı evin içinde nasıl bulduğunu anlatırken, bu sefer de bir kadının safça sorduğu soru işitildi.


“Ne olmuş, ne olmuş?… Cenap Bey’in kefeni miymiş?…”


Bu son delille birlikte hadise tamamen ortaya çıkmış oldu. Cenap Bey hayaleti sanılan gölge, evin içinde üzerinde çarşafla gezen Şemi’den başkası değildi. Paçayı kaptırdığını iyice anlayan Şemi’nin itirafından sonra da anlaşıldı ki, meğer bunca zaman ortada, geçkin akraba kızıyla onun gizli aşığından başka hayalet, ecinni, hortlak, gulyabani yoktu.


Kasap Osman Efendi’nin oğlu Şemi, otuzuna vardığı halde bir baltaya sap olamamış hayırsızın biridir. Sert mizaçlı bir adam olan Osman Efendi, oğlunu yanına almaya, kasaplık işini öğretmeye uğraştıysa da Şemi çalışmak istemez. Öğleye kadar uyumaktan, dükkandan para alıp içkiye yatırmaktan vazgeçmez. Tekdir ile yola gelmez. Kötek de hayretmez. Azdıkça azar. Nihayet Osman Efendi çareyi oğlunun nafakasını kesmekte bulur. Lakin Şemi bu kez de düşüp kalktığı kadınları tırtıklamaya, babasının hatırını sayan eş dosttan borç almaya başlar. Para bulabilmek için sonunda ufaktan kumara da alışır. 


Yine bir gün parasızlıktan bunalan Şemi, bu kez de gözüne sarı konağın hizmetçisini kestirir. Birkaç çapkın bakış, birkaç ucu yanık mektupla bu işlerde pek bir acemi olan Remziye’yi aşk tuzağına düşürmeyi başarır. Bin türlü gözyaşı, yalvarıp yakarma, izdivaç teklifleri ile sevdaya hasret bu zavallı geçkin kızı kendine iyice bağlar. İkisi arasında işte böyle başlayan macera epeyce zaman gizli saklı devam eder. Remziye “Beni ne vakit alacaksın?” dedikçe de Şemi; “Gül yanaklım, sümbül dudaklım, Allah şahit ki hayatta en büyük emelim seninle evlenmektir. Lakin yuva kurduğu halde kasap çıraklığı yapmak, üç kuruş için baba eline bakmak izzet-i nefsime ağır geliyor. Ben istiyorum ki seni rahat yaşatayım. Bunca zaman el kapılarında hizmetçilik yapmışsın, biz evlenince sana hizmet edilsin, elin sıcak sudan soğuk suya değmesin. Sabret, biraz sermaye yapıp kendi işimi kurayım. Ondan sonra hemen evleniriz,” yolunda diller dökerek Remziye’yi oyalar. 


Aşığının güzel sözleriyle sarhoş olan Remziye, bu sergüzeştin sonunun izdivaca varacağını ümit ederek eline geçirdiği parayı Şemi’ye harcar, hatta Cenap Bey’in pantolonundan, Şahide Hanım’ın kesesinden arada bir aşırdığı ufak tefeği de aşığına yedirmekten çekinmez. Cenap Bey’in ölümünden sonra ise bu muâşaka iyice alevlenerek köşkün içine kadar girer. Kararlaştırdıkları gecelerde Remziye, Şemi’yi arka kapıdan eve alır. Önce karnını doyurur. Sonra odasına çekilirler. Geceyi böyle birbirlerinin sevda kucağında geçirdikten sonra, sabah ezanı duyulur duyulmaz Şemi savuşur. İki aşık, yürek yangınlarını bir müddet bu haftada bir buluşmalarla itfaya çabalarlar.


Bir Perşembe her nasılsa Remziye, Şemi’nin yediği yemeğin bulaşığını ortada unutur. Bu hadise birkaç kez tekrar edip de Şahide Hanım helecanlar içinde “Efendiciğinin evi ziyaret ettiğini” söyleyince Remziye, aşıkane buluşmaları için kılıf olacağını hesap ederek, Şahide Hanım’ı bu hususta cesaretlendirir. Şemi her Perşembe masaya bırakılan yemekleri mideye indirirken iki aşık yaşlı kadının saflığı ile eğlenirler. “Cenap Bey’in hayaleti”, Şemi ile Remziye’nin buluşmalarını anlatan bir şifreye dönüşür; Şemi köşke geleceği geceleri haber verdiği pusulalara “Merhum akşama cennetin kapısına varacak” yazmaya başlar. Böylece huriliğe terfi eden Remziye ise satması için aşığına verdiği kimi eşyanın suçunu da hayalete atarak, iyiden iyiye yolunu bulur.


Bir zaman böyle geçer. Lakin bazı geceler muhabbete doyduktan sonra Şemi pek bir meyus görünür. Böyle gizli saklı buluşmaların artık içindeki ateşi söndürmeye kafi gelmediğinden yakınır, izdivaçlarının önündeki tek engelin para olduğundan bahseder, gözyaşı döker. Remziye gözünün nuru Şemi’yi teselli için ne dese kar etmez. Evdeki tabağı çanağı satarak bu işin yürümeyeceği aşikar. İkisi kafa kafaya verir, mutlu yuvalarının sermayesini nereden iktisab edeceklerini kara kara düşünürler. Gerçi Şahide Hanım’ın çocuğu yoktur. Yaşlı kadın ölünce bu koca konaktan, bunca yıl işlerini yapmış Remziye’ye de herhalde bir şeyler düşer. Ama kimbilir ne zaman? Belki miras kalır, lakin Şemi’nin artık tahammül gücü kalmamıştır. Vuslat ümitlerini geleceğe tevdi etmekten, Şahide Hanım’ın vefatını da beklemekten başka çare yok mudur? Şemi, böyle giderse aşkından eriyip Şahide Hanım’dan önce mezara gireceğini söyleyerek Remziye’yi korkutur. Sonraki hafta da huri bağına Şemi değil, mektubu gelir. Kağıda kargacık burgacık bir yazıyla şu cümleler dizilmiştir: 


“Biçare aşk şehidi cehennem ateşlerinde yanıyor. Korkulur ki bir daha cennet yüzü göremeyecek. Hakkınızı helal ediniz.”


Remziye’nin gecesi gündüzüne karışır, ne yapacağını bilemeden evin içinde koşturur durur. Şemi ne oldu? İnce hastalığa mı yakalandı? Kara sevdadan yataklara mı düştü? Şemi’de ise konağı iki haftadır ziyaret etmemiş olmaktan başka değişiklik yoktur. Remziye’ye bu ayrılık oyununu oynarken meyhanelerde geceyi sabah eder, kimi eski kimi yeni gönül maceralarıyla vaktini geçirir. Nihayet Remziye’nin mektuplarından birinde “izdivaçları için lazım olan çareyi bulduğunu” okuyunca, biraz saç baş dağıtarak hemen o akşam köşke varır. Geçkin kız, aşığını biraz dağınık, ama her vakit olduğu gibi sağlıklı, gücü kuvveti yerinde görmesine rağmen bu oyundan şüphelenmez. Derhal odasına alır, epey zaman önce yaşandığından unuttuğu bir hadiseyi nakletmeye başlar.


Cenap Bey ölmeden önce, hususi çalışma odası Şahide Hanım hariç herkese yasak bir yer imiş. Ne zaman odadan çıkacak olsa kapıyı sıkıca kilitleyip anahtarı da cebine atar, temizlik için dahi kimsenin girmesine izin vermez, bu odanın işini Şahide Hanım bizzat görürmüş. Günün birinde Şahide Hanım, çalışma odasına kahve istemiş. Remziye elinde tepsi ile yukarı kata çıktığında, aralık kapıdan karı kocanın şöyle konuştuğunu işitmiş.


“Allah aşkına efendiciğim, şu şeytan işini bir yere kaldırınız. Vallahi fena oluyorum. Köşkte böyle bir şey olduğunu biri duyacak, işitecek diye ödüm kopuyor.”


“Sen ağzını sıkı tutarsan, kimse öğrenmez hanım. Hakkımda verilen jurnale, üç kuruşluk tekaüt maaşına, bu yaştan sonra doğduğum şehri bırakıp buralarda yaşamaya, bu bedâat-i harikayı kadifelere sarayım, sandıklara saklayayım diye razı olmadım ya… Elbet uğruna bunca çileye katlandığım dürc-u mücevheratı karşıma koyacağım, keyif çata çata seyredeceğim.” 


Şahide Hanım o sırada aralık kapıyı fark edip bir koşu kahveyi almaya gelince, Remziye bu konuşmanın gerisini duyamamış, lakin Cenap Bey’in “mücevher kutusundan” birkaç kez daha bahsettiğini de iyice hatırlıyor. Şemi heyecanlanır.


“Eee, şimdi nerede pekiyi bu kutu?”


Remziye: 


“Bilir miyim? Amma… Beyin ölümünden sonra odanın kilidi açıldığına göre, Şahide Hanım sonunda ortadan kaldırmış, emniyetli bir yere saklamış olacak.”


Onlara izdivaç yolunu açacak çare nihayet bulunmuştur. Lakin bu hazineyi nasıl ele geçirmeli? İkisi kafa kafaya verir, epeyce düşünürler. Sonunda kutunun saklı bulunduğu yeri Şahide Hanım’ın ağzından almanın yolunun, kutunun sahibini hortlatmaktan geçtiğine karar verirler. Yaşlı kadını merhum kocasının hayaleti ile korkutarak mücevher kutusunu sakladığı yerden çıkarmaya ikna edebilirlerse, gerisi kolay.


Böylece “Cenap Bey hayaleti”, sarı köşkün devamlı ziyaretçisi olur.


Hortlağın gerçek değil, yaşlı kadını soymaya çalışan bu cüretkâr hırsızların oyunu olduğuna bir türlü ikna olamayan ahali ardı ardına soruyor, Şemi ile Remziye cevap veriyordu.


Pekiyi ya Şahide Hanım’la konuşan o deruni ses? Şemi ve Remziye, bodrum kata borulardan bir düzenek kurmuş, Şemi bu boruların dar ağzına konuşunca, diğer ağızlardan derin, yüksek bir sada halinde duyulurmuş. Ya tüyleri korkudan bembeyaz olan kedi? Şahide Hanım’ın evden kaçan bir Van kedisi varmış, o olacak. Pekiyi ya ak mezarın başına inen nur? Bu da Şemi’nin söğüdün dalına astığı bir fener imiş.


Bütün bu hikayeyi dinleyen Şahide Hanım, dövünmeye, beddualar etmeye başladı.


“Ah efendiciğim ah!… O uğursuz şeyi ocağımıza soktun da bak başıma neler geldi? Sen göçüp gittin, belası bana kaldı!… Komiser evladım, medet! İstemem, evimin civarında bile istemem! Alın götürün o şeytan işini!” 


Serkomiser şaşırarak:


“Neyi götürelim, hanım? Ne oluyorsun?”


Lakin Şahide Hanım hafakanlar içinde “istemem” diyor, başka bir şey demiyordu. Nihayet çarpıntıları biraz yatışınca ayaklandı, “Gelin peşimden…” diyerek kahvehaneden çıkıp köşke doğru koşturmaya başladı. Ak mezarın başına varınca durdu. Solukları göğsünde tıkanarak:


 “Devirin şu mezar taşını evladım… Haydi, Allah kuvvetini verir.”


Serkomiserin bir baş işareti ile öne atılan iki zabıt, üstüvane şekilli taşı iki yanından kanırta kanırta devirdiler. Taş yere boylu boyunca uzanınca, alt kısmının tahta bir kapak ile kapatılmış olduğu görüldü. Şahide Hanım kapağı da açmalarını söyledi, bıçaklar yardımı ile bu tıpa benzeri kapak çıkarıldı. Zabitlerden biri taşın ortasındaki boşluğa elini daldırıp, kalın bir meşine sarmalanmış uzun, boruya benzer bir cisim çıkardı. 


Bütün mahalleli mezarın çevresine yığılmış, “aaa!…”lar “ooo!…”lar ile bu hadiseyi izlerken, zabit elindeki boruyu getirip serkomisere verdi.


“Bu mudur götürülmesini istediğiniz?” diye sordu serkomiser.


“Budur, budur ya… Efendim ölmeden önce mezar taşını yaptırdı, içine de bu mendebur şeyi kendi elleri ile yerleştirdi, gömüleceği yere diktirdi. Lanetlere gelsin bu şeytan işi. Ocağıma ateş düşürdü sonunda. Alın götürün din hakkı için!…”


Serkomiser bu yakınmaları bir kaşı havada, şüpheyle dinledikten sonra yine bir zabitin yardımı ile meşin mahfazayı çözmeye başladı. Kat kat sargıların altındaki ince uzun dürülmüş bezi açtıklarında, bunca ihtimamla saklanan şeyin bir levha; yarı çıplak bir kadın tablosu olduğu ortaya çıktı. Cenap Bey’i Bab-ı Ali’deki memuriyetinden azlettiren jurnalin mütesebbibi, bir şezlonga yayılmış halde izleyicisine bakan, kolları, göğsü, saçları açık, işte bu şehla kadın idi.


Levhayı görünce zevcine karşı epeydir küllenen öfkesi avdet eden Şahide Hanım, bu sefer söylenmenin şeklini değiştirdi.


“Akbeh, mendebur, meymenetsiz aşüfte…” diyordu sinirle. “Şu şaşı kadın yüzünden uğradığım felakete bakınız. Duvardan indirmem de indirmem. Mezara bile yanında götürdün bu medar-ı şeameti, iyi halt ettin efendi. Ben de şimdi sakladığın yerden çıkarttırdım, polise veriyorum. Haydi, yattığın yerden kalkabilirsen bu sefer de mani ol. Götür evladım, al götür şunu… Ömür billah gözüm görmesin, al götür!”


 Böylece tabloya delil olarak el koyan serkomiser, Şemi ve Remziye’yi de tutuklayıp karakola götürdü. Bir seneden uzun süre Bursa’yı meşgul eden Cenap Bey hayaleti hadisesi de, böylece çözülmüş oluyordu.


Bana bu hikayeyi nakledenlere son bir soru olmak üzere Şahide Hanım’ı yangının ortasındayken kolundan tutup kapıya itenin kim olduğunu sordum. Bir tek o anlaşılamamıştı. Zira Remziye o sırada evin öteki ucunda, kendi canının derdindeydi; Şemi ise çoktan tabanları yağlayıp köşkten kaçmıştı.


“Cenap Bey asıl o zaman ortaya çıkmış olacak,” diyordu anlatıcım. “Muhakkak zevcesini kendi açtığı dertten kurtarıp berzah alemine geri döndü. Zaten kadıncağız da nesi varsa satıp savdı, İstanbul’a, hısım akrabasının yanına göçtü sonradan. Bir bu viran köşk kaldı, bir de bahçedeki devrik şahide.”


İstanbul’a geri döndükten bir zaman sonra, akşam daveti için gittiğim bir başka köşkün kütüphanesinde, konsolun üzerine asılmış pahalı bir çerçeve içinde bir tablo gördüm. Esmer, yuvarlak yüzlü bir kadın, üzerinde omuzlarını, kollarını, göğsünü sergileyen beyaz bir elbise, mor kadifeden şezlongda ayaklarını uzatmış, dudaklarında müphem, adeta esrarlı bir gülümseme, şehla gözleriyle bana bakıyor. 


Bir zaman bu manzaranın karşısında, geçmişimdeki bir gizi çözmüş olmanın hazzı ile gülümseyerek, dalıp gitmişim.


Davete birlikte geldiğim arkadaşım yanıma yaklaşıp “Neye bakıyorsun Rahmi?” diye sorunca bir rüyadan uyanır gibi kendime geldim. O ise konuşmaya devam ediyordu.


“Ha, bunu mu gördün? Enfes bir parça, değil mi? Ev sahibi Fatin Bey, sanata, bilhassa resime pek meraklıdır.”


“Hiç Bursa’da bulunmuş mu?” diye sordum.


“Zannederim,” dedi. “Duyduğuma göre bir zaman serkomiserlik yapmış. Niçin sordun?”


“Hiç,” diye yanıt verdim, gülümseyip tabloya son bir bakış atarak. Kadının yüzünde biraz da muziplik bulmuştum şimdi. “Bir sebebi yok. Haydi gel, içeri gidelim.”





Kadıköy, Mayıs 2020


*Şahide’nin Sırları

Şahide:

1. Kadın şâhid.

2. Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları.

3. Dilber, güzel.