Gözleri usulca açılıvermişti. Güneşi misafir eden pencerelerinden memnun uyanarak etrafı şöyle bir süzdü. Perdeler açık, ışık parlak ve zihni berraktı. Bir yaz sabahı olduğu odanın her halinden belliydi.
Serda rutinle evlenenlerdendi. Büyük bir tutkuyla hem de. Ani gelişen her şey nabzının hızlanmasına yeterdi ki bu yüzden evinde zil yoktu. Keza kapı tokmağı da. Telefon kullanmaz ihtiyacı olursa açar gerekli görüşmeleri yapar ve kapatırdı. Telesekreteriyle mutluydu. Zaten hayatında pek kimse de yoktu. Hayat süregelmeli ve olağan akışında herhangi bir sürprize yer vermeksizin akmalıydı.
Hayatını günün doğumuna endekslemişti. Güneş doğuyorsa mümkünler evreni kendini karşılamıştı ve sadece yaşaması gerekiyordu. Her sabah tabularasayı doldurur ve gece geldiğinde hiç tereddüt etmeden kırardı. Geçmişi maziye ait bilerek yaşar ve sahiplenmezdi. Serda için mümkünler evreni ancak bugün ve gelecekte şekilleniyordu. Geçmişi berbat ya da maharetli bir heykeltıraş addederdi. Duruş, ifade, duygu ne varsa yaşanmış ve heykele kazınmıştı.
Hayatında güç yetiremediği üç şey vardı. Gece, bulutlar ve kış mevsimi. Güneşi daha az görmekle kavgalıydı evet. Kışları huzursuz, geçimsiz olması da bundandı. Eski komşuları bunu bilirdi ama yenileri için zor biriydi.
Serda kimin kendini nasıl tanımladığını da umursamazdı. Bir şarkıda yalın bir kadın duyumsarsa o kadına aşık olabiliyordu. Bazan perdeye yansıttığı filmde yalnız bir karakter bulur ve ona dostluğunu teklif ederdi. Gece balkonunda yıldızlarıyla söyleşir ve bir Turgenyev karakteriyle bitmeksizin kavgaya tutuşabilirdi.
Nihayetinde Serda büyük bir kütüphane olan dünyada sadece bir harften ibaretti ve o harfin anlamı orada olmaktı. Serda oradaydı.
Devam edecek...