Yağmurlu bir sabah vaktinde, her zaman uyandığı saatten çok daha erken bir vakitte uyandı. Henüz sabah demeye bile bin şahit lazım, diye düşünüp baygın ve uykulu gözleriyle yatağının hemen önündeki büyükçe pencereden dışarı baktı. Güneşin ufuktan yükselip yükselmediği belli olmuyordu. Kendisini uyandıranın büyük ihtimalle şiddetli yağmurun sesi olduğu fikrindeydi.
Düşünceli ve bezgin bir halde bir süre tavana baktıktan sonra derin bir iç çekip elini yatağının yanında duran komodinin üzerindeki telefona uzattı. Saat altıyı biraz geçiyordu. Erken bir vakitte uyandığının farkındaydı ancak bu kadar erken olduğunu düşünmemişti. Fakat onun için bir kere gözünü açtıktan sonra tekrar uykuya dalmak çok zordu. Bunun için ne kadar istemese de yatakta biraz sağa sola dönüp uyumaya çalıştı ancak nafileydi. Bir türlü kafasının boşaltıp uykuya dalamıyordu. Aklına takılan binlerce soru vardı. Neden yağmur yağıyordu? Neden bu erken saatte uyanmıştı? Uyandığına göre en iyisi ne yapmaktı? Gibi günlük soruların yanı sıra geçmiş ve geleceğe dair de soruları vardı. Hiçbirinin yanıtlanamaz olduğu doğruydu, yanıtı bilinmeyen veya yanıtından tam emin olunamayan sorular sormakta üstüne yoktu. Yine derin bir iç çekip bu sefer temelli olmak üzere uyandı. Bir müddet yatağın üstünde öylece elleri dizinde, başı eğik şekilde oturduktan sonra nihayet yataktan kalkmayı başardı.
Kalktıktan sonra ilk iş olarak karanlık odayı aydınlatmak için lambaları yaktı. Ayağına terliklerini geçirdikten hemen sonra gıcırdayan parkelere basa basa banyoya doğru yola koyuldu. Sabah duş almaktan nefret ediyordu, onun için akşam üstü alınan duş sonrasında rahat bir uyku gibisi yoktu. Her ne kadar doktoru ona sinüziti dolayısıyla ıslak saçla yatmaması gerektiğini söylemişse de yıllardır bu tavsiyeye kulak asmıyordu. Kıyafetlerini çıkartıp kendini sıcak suyun altına bıraktı.
Duşunu altıktan sonra gelip masasının başına oturdu. Bu masayı gören herhangi birisi sahibinin yalnız yaşadığını zorlanmadan tahmin edebilirdi. Teknoloji harikası bir oyun bilgisayarının yanında koleksiyon eşyası sayılabilecek bir sürü küçük figür vardı. Bilgisayarın hemen ardındaysa dağınık şekilde duran kâğıt yığını ve kitaplar bulunuyordu. Kazandığı paranın çoğunun bu masanın üstünde duran şeylere gittiğini biliyordu. Bilgisayarında sahip olduğu dijital ürünler, oyunlar ve daha fazlası giderlerinin ana kısmını oluşturuyordu ve hiçbir zaman yeterli sayıda oyuna sahip olduğunu hissetmiyordu. Her zaman daha yenisi ve daha iyisi vardı. Sonuçta bu makine onun tek eğlence kaynağıydı, gecenin bir saatine kadar türlü türlü fantezilerini deneyebildiği oyunlarıyla mutluydu.
Sabahın erken saatleri olmasından dolayı bilgisayarını açıp neler var görmek istedi ancak açtıktan sonra canı hiçbir şeyi oynamak istemiyormuşçasına ekrana baktı. Sanki tükettiği onlarca oyundan sıkılmış ve yeni bir tüketim aracı istiyormuş gibiydi.
"Tüketmeliyim." dedi boğuk ve ancak onun duyabileceği yükseklikte bir sesle.
Hayatının tüketimden ibaret olduğunu adı gibi biliyordu. Oynadığı her oyun, izlediği her film ve okuduğu her kitap onun için sadece onu, daha çok para kazanmaya ve daha çok eğlenmeye itecek bir araçtı. Tüm medya araçları onun için daha fazla tüketime yol açmalarını istediği birer tüketim aracıydı. Bunun böyle olmasını isteyip istemediğini ise kendisi dahi bilmiyordu. İçindeki cılız bir ses ona bunun yanlış olduğunu söylese de çoğunluk ona kulak asmıyordu. Bilgisayarındaki dosyalara göz atmak için “Yazılar” adlı klasöre tıkladı. Üniversite hayatı boyunca ürettiği, sayısı iki elin parmağını geçmeyen, onun gözünde birkaç müsveddeden ibaret olan bu yazılar onun içindeki cılız sesin birer emaresiydi. İçlerinden beğendiği bir yazıyı dergilere bile yollamıştı, kabul edilirse yazmaya devam etmek istediği anlar olmuştu. Ufak çaplı dergiler kabul etti ama her ay yeni bir yazı çıkaracak derecede üretkenliği olmadığını düşüyordu. İçindeki cılız sesin fikri ise bambaşkaydı. O, üretkenliği dolayısıyla değil de disiplinsizliği ve sürekli tüketmeye çalışan ruhunun oburluğu yüzünden tembel olduğunu düşünüyordu. Eğer ruhunu iyi bir diyete sokarsa gerçekten güçlü bir kalem olabilirdi. Fakat bunun için gereken iradenin kendisi gibi cılız bir sesten ibaret olduğunu biliyordu.
Bu düşüncelere daha fazla kendini kaptırmadan kafasını silkip kararlı bir şekilde bir Word dosyası açtı. Her ne kadar yapmayı istemese dahi derin iç çekip yazmaya başladı. Ellerinin klavye tuşları arasında bir bal arısı gibi konup kalkışını, her harften ve kelimeden ayrı birer nektar toplayarak yazıyı meydana getirmesini şaşkınlıkla izledi. Öyle ki yazıyı kendisinin yazdığından bile şüpheliydi, sanki elleri ve zihni düşünceler ile dolup taşmış ve yazmıştı. Zihni bilgisayarın ekranına bir kartalın avına kitlendiği gibi kitlenmişti; yarı uykulu, melül gözlerle gama ışınlarına maruz kalmaktan gözleri kan çanağına dönmüş, neredeyse pörtleyip yuvalarından çıkacak hale gelmişti. Buna rağmen göz kırpışları arasındaki süre olabildiğince fazlaydı. Otuz dakika kadar bu pozisyonda yazısına devam ettikten sonra sandalyesinin arkasına yaslanıp bir güzel esneyerek gözlerini ovuşturdu. Yazıya yeni başladı sayılırdı ancak kendisine göre, bu süre zarfında iyi bir ilerleme kaydetmişti. Odaklanmış halini bozup yazdıklarını okumaya koyuldu, yazım yanlışlarını ve anlatım bozukluklarını düzelttikten sonra işini bitirdiğini varsayarak bilgisayarını kapattı.
Saat yediye geliyordu. Karnının guruldamasından kahvaltı etmesi gerektiğini anladı. Bu saatlerde uyanık olmaya alışık olmadığı için hayatında kahvaltı diye bir öğün pek yoktu, aylar sonra yapacağı ilk kahvaltı için iyi bir yer seçeyim diyerek bir börekçiye gitmeye karar verdi. Yola çıkmak için pijamalarını değiştirmeye koyuldu. Çevresindeki herkese garip gelse de pantolon giymeden köşedeki markete gitmeye bile utanan birisiydi. Kendisine evde giydiği rahat pijamalarla dışarı çıkmayı bir türlü yakıştıramıyordu.
"Sonuçta pantolon dışarıda giyilir, pijama evde." dedi kendi kendine.
Yine, genel görüşlerin aksine renkli giyinmeyi severdi. Her renkten bir pantolonu ve gömleği olsun istiyordu. Bir arkadaşı onun bu görünümüne isyan edip şöyle demişti:
“Siyah ve beyaz uyumu önemlidir. Hiç kız arkadaşın olmamasına şaşmamalı.“
"Siyah ve beyaz uyumuymuş, hem bunun kız arkadaşla ne ilgisi var, kırmızı pantolon üstüne yeşil gömleğin nesi yanlış ki?" dedi kendi kendine, sinirli bir şekilde.
Yeşil bir pantolon üstüne turuncu bir tişört giyip kahvaltı için dışarı çıktı. Şemsiyesi olmadığı için yeşil kapüşonunu giydi ve ıslak merdivenlerden aşağı inmeye başladı, kaymamak için tırabzanı tutuyordu zira giydiği ayakkabılar spor ayakkabılardı ve bu tarz yağmurlu havalara göre tasarlanmamışlardı.
"Yine çorapların sırılsıklam olacak, şu aptal botlar ve mont ihtiyacın olduğunda nerede olur ki zaten?"
Kışlık kıyafetlerini, artık nasıl olsa kış bitti diye İstanbul’a gelmeden önce evde bırakmıştı. Bu kış onları çok az kullanmıştı ve dolayısıyla ocak ayındaki ara tatilden sonra eve döndüğünde montunu, botlarını ve kazaklarını yanında götürmüş ve geri getirmemişti fakat şubat ayının ortasında, kışın aniden bu soğukla döneceğini kimse düşünmemişti. Geçen hafta ayak bileğine kadar yağan karı ve o soğukta kışlık kıyafetleri olmadan geçirdiği vakti çok iyi hatırlıyordu. Bu durum karşısında suçlayacak bir tek kendisi vardı. Kendi başına verdiği kararların sonucunun hep böyle kötü bittiğini bitiğini bilmesine rağmen başkalarını dinlemek ve onlardan tavsiye almaktan daha çok nefret ettiği hiçbir şey yoktu. Yine kendisini suçlayarak ve kendine sesli bir şekilde söverek merdivenlerden inmeyi başardı.
Ayakkabıları ile yollarda oluşan su birikintilerine basmamak için yeri geldiğinde zıplayarak, yeri geldiğinde ise kaçınarak bir şekilde ıslanmadan börekçiye vardı. İki tane kıymalı kır pidesi. Klasik, ne zaman kahvaltı yapacak olsa bunları alır, yanına da bir vişneli meyve suyu içtiğinde güne hazır hâle gelirdi ancak son aylarda meyve sularının fiyatları da giderek artmıştı. Bir zamanlar bir buçuk lira olan meyve suyunun, şu an dört buçuk lira olduğuna kendisi bile inanamıyordu. Siparişini zoraki bir nezaket ve kısık sesle söyledikten sonra iç çekip kapıdan uzak bir masaya oturdu. Karşısındaki televizyona dalgın gözlerle baktı, haberlerden çok ekranın sağ altında yazan döviz ve altın kurları ile ilgileniyordu. Siparişini getiren börekçiye ufak bir teşekkür ettikten sonra televizyonu seyrederek kahvaltısını etmeye koyuldu. Ufak bir seyirden sonra sıkılıp telefonunu çıkardı ve sosyal medyada dolaşmaya başladı. Haberler televizyondakilerle aynı şeydi. "X siyasisi Y siyasisine şunu dedi. Şu çocuğa tecavüz edildi veya şu kadın şurada öldürüldü." Her gün sosyal medyada aynı haberleri okumaktan bunalmış ve artık ülkenin bu durumunu kanıksamıştı. Beş-on tweet okuduktan sonra meyve suyundan son yudumunu alıp masadan kalktı, hesabı ödemeye geldiğinde ise karşılaştığı fiyattan pek memnun değildi.
"Yine zamlanmış." diye geçirdi içinden. Geçen aylarda aynı siparişin on lira tuttuğunu hatırlıyordu, şu anki hesap ise on iki liraydı. Çoğu insan bu fiyatı, muhtemelen kendisini reflü edecek bir kahvaltı için çok bulurdu ancak o, pek aldırış etmeden parayı ödeyip çıktı. Saat 7.35’ti. Hâlâ çok erkendi ve ilk dersi 11’de başlıyordu. Yapacak pek bir şeyi de olmadığı için kitap okumaya karar verdi. Hızlıca, ıslanmamaya dikkat ederek odasına döndü. Islak pantolonunu değiştirip masasına oturdu. Onlarca kitap vardı, sözde hepsini okuyacaktı, ama elinde fırsatı varken dahi kitaplarını okumayı hep geciktirmiş, günlük eğlencelerini daha ön plana koymuştu. Her sene sonunda evine yüz civarı kitap taşıyordu. Onunu okuduğunda kendini çok okumuş sayıyordu. Evinde binlerce kitabın olduğu dev bir kütüphanesi vardı zaten, neredeyse hepsi ailesinin katkısıyla oluşturulmuş olsa da kendisinin de birkaç yüz kitap alıp kütüphaneye eklemediği söylenemezdi. Masasında duran kitaplara bir daha göz attı, ilginç kitaplar vardı. İlk bakışta ilgisini çekip okumak isteyeceklerini kendince şöyle sıraladı: Cahil Hoca, Bozkırkurdu, Görünmez Kentler ve Karahindiba Şarabı. Gözünü Bozkırkurdu’na kestirdi ve eline alıp arkasını önünün okumaya koyuldu.
"Bir Hesse romanı daha ha? Rosshalde’den sonra baya bir aydınlanmış, kendime gelmiş hissetmiştim. Bakalım bu kitap bana ne katacak?" diyerek okumaya başladı. Gözleri ara ara dalıp okuduğu yeri kaybetmesine yahut okuduğunu düşündüğü kısımlardan bir şey anlamamasına sebep olsa da otuz sayfa okumayı becerdi. Kitabı masasının üstüne koydu ve üstüne düşünmeye başladı, garip bir kitap olduğu kesindi ama “sadece kaçıklar için mi?”, okumaya devam etmeye değer diye düşündü. Bir bardak su içip saate baktı 8.45. Hâlâ bolca vakti olduğundan okumaya devam etmeye karar verdi.
Devam edecek...
Ömer balaban
2020-09-16T23:52:54+03:00Özellikle bal ve klavye arasındaki benzetme hoşuma gitti. Çok orijinal bir benzetme olmuş.