Yazmak için önce okumalıymışız. Zihnimizdeki binbir düşünceyi okumak da buna dahil mi? Aynadaki kendimizi, bir çocuğun gülümsemesini ve gözyaşını, büyüklerin sonu başından belli olan cümlelerini okumak... Hani şu noktası, ünlemi daha en başından belli olan cümlelerini okumak... Bunları da okunanlar listesine alabilir miyiz? Yazmamıza izin verirler mi bunlarla?

   

O büyük yazarları, şairleri de okuduk tabii ama, yine de, düşüncelerimizi dile dökmemize izin verirler mi? Diyelim izin verdiler... Dinlerler mi? Hadi dinlediler... Anlarlar mı? Bizim anlaşılma merakımız sonumuzu getirecek galiba. Hele bir kabul etsek cümlelerin sonsuz boşlukta kendi kendine yankılandığını, alıcısının ve meraklısının olmadığını... O zaman biz de gelişigüzel cümlelerle dinletebilirdik belki kendimizi. Kurtulurduk sanki o zaman uçsuz bucaksız boşlukta savrulmaktan.

    

Tüm bu kelimelerin bir anlamı var, hepimiz bir başka kelimeyle birleştiriyoruz onları. Lûgattaki anlamından uzaklaşıyor çoğu zaman. Sadece yanına getirdiğimiz başka kelimelerle değişmiyor cümlenin can alıcı noktası, ne zaman ve nerede söylediğimiz de belirleyicisi oluyor. Zamanı ve mekanı bir kenara atalım; sesimizin tonu, bakışımızın rengi değiştiriyor önce anlamları. Sessizlik, cümleleri bazen destekliyor bazen de tüketiyor. Sessizlik ki savruk kelimelerimizi yok edebilecek güce sahip tek şey. Ama ben, sen, biz hep bir yenisini ekliyoruz savrulanlara. Öncemizle sonramız hep tutarsız. Tutarsızlık ki korkunun çocuğu. Kendimize, başkalarına yenilmekten korkmanın sancılarından peyda oluyor. Anası da babası da aynı onun. Meryem Ana gibi desem, öyle de değil. İsa, Meryem'in olduğu kadar Tanrı'nın da çocuğu. Tutarsızlık sadece korkudan olma.

    

Boşluğu kırbaçlıyoruz her gün yan yana gelen harflerle, kelimelerle... Harfler ve kelimelerse hiç kullanılmamış, bir araya getirilmemiş, boşluğu hiç dövmemiş gibi hasarsız.

    

Anlamanın ve anlaşılmanın başka bir yolu var da pusulamız mı bozuk? İsraf mı ediyoruz kelimeleri?

    

Elimdeki kalemin ucu kağıda değdikçe görmesem bu şekilleri, içimde kendimce bir lisanım olduğunu sanacağım. Kendimden başka birine göstersem bu sayfaları, o da görür mü bunları? Bunu denemek büyük arzum fakat korkuyorum. Ya görmezse, görüp okumazsa, okuyup anlamazsa?.. O zaman varlığıma olan inancımı kaybederim. Varlığım hislerimden ibaret, hislerimse içimdeki seslerden...

      

Anlatmaktan dinlemeye vaktimiz olur mu yoksa hepimiz aynalarla konuşan deliler miyiz? Sormaktan cevap bulmaya vaktimiz olur mu, vaktimiz olsa da cevap bulmak için kullanır mıyız bunu? Yoksa noktası, ünlemi baştan belli olan cümlelerle toz zerreleri gibi savrulur muyuz uçsuz bucaksız?

      

Cesaretimi toplayıp "ben" diline geçmenin tam da sırası. Sorularıma cevap almam için duyulmam lazım.

Beni duyar mısın,

duysan anlar mısın,

anlamasan da anlamaya çalışır mısın?

Hislerimin yansıması sesimle kapına geliyorum. Bu sefer rota belli, savrulmak yok.

Kapıyı açar mısın? Geldim!