Eve geldiğinde sabah saat beş buçuğa geliyordu. Ceketinin iç cebinden cüzdanını çıkardı; cilalı, açık kahverengi, işlemeli dolabın üstüne koydu, çakmak cebinden anahtarı çıkardı, dolabın üstündeki kâseye koydu. Arka cebinden kelebeği çıkartıp onu da kâseye koydu. Ardından ceketini çıkarıp astı. İçeri doğru yürüdü. Mutfağın kapısının önüne geldiğinde bütün bir gün boyunca ayakkabısını hiç çıkarmadığını fark etti. Bir kahkaha attı ve gülerek dolaba doğru yürüdü. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra kendi kendine düşündü; şimdi annem olsa burada, bana sağlam bir fırça atardı, babam da sızmış bir şekilde sandalyede otururken bizi duymazdı bile. Ayakkabılarını dolaba koyduktan sonra Agâh mutfağa gitti, elindeki poşeti mutfak masasının üstüne koydu. Dün sabahki kupa hala tezgâhın üstünde duruyordu. Onu lavaboya koyduktan sonra su ısıtıcısına damacanadan su pompaladı ve düğmeye bastı. Tost makinesinin üstündeki örtüyü aldıktan sonra makineyi fişe yaklaştırıp fişini taktı. Tezgâhın sonundaki buzdolabına yöneldi, kapağını açtı ve baktı. Kaşarı, margarini ve ketçabı aldı. Ketçabı alırken süt kutusunu gördü ve “Madem süt var, suya gerek yok.” diye düşündü. Mermer ve ışıltılı tezgâhın üstüne malzemeleri koyduktan sonra ısıtıcının düğmesine basıp kapattı. Ardından dolaptan üstünde bıyık olan bir kupayı alıp içine iki çay kaşığı kahve, üç çay kaşığı süt tozu, iki çay kaşığı şeker atıp ocağın yanına koydu. O sırada tost makinesinden sesler geliyordu. Agâh hemen makinenin yanına gidip fişi çekti. Önce kahveyi yapmak istiyordu. Çünkü tostu yaparsa kahve soğuyacaktı. Soğuk tost yerdi ama soğuk kahve içmeyi hiç sevmezdi. Agâh lavabonun bulunduğu tarafa yöneldi, ellerini yıkadı ve dolabın kapağına asılı olan havluya elini sildikten sonra lavabonun üstündeki dolaptan büyük bir cezve çıkardı. Cezveyi ocağın üstüne koyduktan sonra kutudaki sütün yarısını cezveye koydu ve ocağın altını yaktı. Mutfaktan çıkıp içeriye gitti. Pencere tarafındaki rafa yöneldi, niyeti radyoyu almaktı ama gözü yerdeki taşınabilir retro tarzı plakçalara ilişti. Plakçaları alıp, çekyattan bozma yatağını koltuğa çevirdi ve altını açtıktan sonra deri, kahverengi, cilalı bir çanta çıkardı. Üstünde “Türküler” yazıyordu. Bu çantayı yerine koyduktan sonra aklına süt geldi, hemen koşarak mutfağa gitti. Süt tam taşmak üzereydi ki yetişip altını kapattı. Agâh ocağın altını kapattıktan sonra tekrar içeriye döndü. Bu sefer çekyatın altından siyah polyester bir çanta çıkardı. Onun üstünde de “Rock” yazıyordu. Bu çantadan da vazgeçip mavi, parlak bir çanta çıkardı. Bunun üstünde de “Karışık” yazıyordu. Çantanın ilk gözünü açtı, içinde ambalajlarıyla birlikte 5 plak vardı: Ajda, Müslüm Gürses, Cem Karaca, Ahmet Kaya ve Sezen Aksu. Çantanın bu gözünü kapatıp biraz daha büyük olan ikinci gözü açtı. Bu gözde on kadar plak vardı. Aralarından gözüne çarpan ilk plak Cem Karaca’nın plağıydı ama Cem Karaca'dan çok şarkılardan birine takılmıştı gözü. Bu Son Olsun. Çantadan plağı çıkardı, çantanın en arka küçük gözünden de bir bez çıkardı ve çantayı kapattıktan sonra geri yerine koydu. Kanepenin önündeki taşınabilir plak çaları aldı ve mutfağa gitti. Plak çaları mutfak masasının üstüne koyduktan sonra yandaki kilitleri açtı ve plağı, çantadan aldığı bezle altını üstünü güzelce sildikten sonra koydu ve başlat düğmesine bastı ama plak çalar çalışmadı. Acaba şarj etmeyi mi unuttum, dedi kendi kendine. İçeriye gidip raftaki şarj kablosunu alıp tekrar mutfağa gitti ve kabloyu fişe taktı. O sırada fark etti ki sütü beş dakikadır bekletiyordu ve biraz da olsa süt soğumuştu. Kabloyu plak çalara takmadan ocağa gitti ve sütü en küçük ocağa aldıktan sonra altını en kısık şekle getirdi ve tekrar plak çaların yanına gitti. Kabloyu taktıktan sonra biraz bekledi ve şarkı çalmaya başladı: Raptiye rap rap. Agâh tekrar tezgâha yaklaştı ve sütle meşgul olmaya başladı. Kupadaki kahve, süt tozu, şeker karışımını dolaptan aldığı başka bir cezvenin içine döktükten sonra cezveyi en büyük ocağa koyup ocağın altını en şiddetli şekilde açtı ve çekmeceden aldığı tahta yemek kaşığıyla kahve, süt tozu, şeker karışımını eze eze hem harmanlamaya hem de kavurmaya başladı. Türk kahvesi yapmıyordu, neskafe yapıyordu ama ne demişler, her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Agâh kahveyi böyle yaptığında hem kahveyi çifte kavurmuş oluyor, hem de bütün karışımın birbirine geçmesini sağlıyordu. Kahveyi sütlü yapacak olmasına rağmen süt tozu atmıştı çünkü kahvenin tadını almak isterken aynı zamanda tatlı ve yumuşak olmasını istiyordu. Zaten Agâh kahve içiyorsa iki nedenden ötürü içer: Uyanmak veya keyif. Uyanmak için içtiği kahveler son derece sert ve acı, keyif için içtiği kahveler oldukça tatlı ve yumuşak olur. Kahveyi kavurduğu cezvenin altını iyice kıstıktan sonra sütün köpürmesini bekledi. Ocağın altını kıstıktan çok kısa bir süre sonra da süt köpürmeye başladı. Agâh sütün bulunduğu cezveyi alıp hemen köpüğünü diğer cezveye aktardı, köpükleri koydukça diğer cezveden sesler geliyordu. Bir eliyle kahvenin bulunduğu cezveyi karıştırırken diğer eliyle sütün köpüğünü aktarıyordu. Sütün köpüğü bitince kahvenin olduğu cezveye döndü ve durmadan karıştırmaya başladı. Köpük kaybolmuyordu ama kahveyle beraber fokur fokur kaynıyordu. Agâh çıkardığı köpüğün yetmeyeceğini bildiği için diğer ocağı kapatmamıştı. Sütü tekrar ocağa koyduktan sonra çıkan köpükleri alıyor ve kahveye koyuyordu. Yeterli köpüğü aldıktan sonra sütün altını kapattı ve kaynar hâldeki sütü kahvenin üstüne yavaş yavaş döktü. İki ocağın da altını kapattıktan sonra kahve bulamaç hale gelmişti. Bulamaç hale gelen kahvenin üstüne sütü koyup iyice erittikten sonra kupaya koydu ve bir yudum aldı. İçinden “İşte budur!” dedi. Geri kalan kahveyi yine en küçük ocağa koyup altını en kısık şekle getirdikten sonra tost makinesine yöneldi. Tost yaparken şarkı bu sefer de başkasına geçti: Bindik Bir Alamete Gidiyoz Kıyamete. Agâh bu şarkıların ne kadar hareketli ve eğlenceli olsa da başarılı bir hicviye olduğunun farkındaydı ama güzeldi sonuçta. Misal vermek mi lazım, ne diyor şarkıda bakalım: 


"Yerel ve genel seçim

Seçin bakalım seçin

Ki dön baba dönelim

Aynı yere gelelim

Çete çeteye çatmış

Çete çete içinde

Battık buruna kadar

Cafer getir peçete

Amanieyynn"


Agâh yine bir şeyin farkındaydı ve şarkıda bu ayrıntı çok hoşuna gidiyordu. Peki neydi o ayrıntı? “Cafer getir peçete” Kimi bu sözü bilir, kimi bilmez ama biz bilmeyenler için açalım bu sözü: Sıçtık Cafer bez getir, cıvık sıçtık tez getir. Agâh tostu yaparken kahvesini bitirmişti. Ocakta kaynayan cezvenin altını kapatıp geri kalan kahveyi kupasına koydu ve tostu da aldıktan sonra mutfak masasına geçti. Pikap masanın çoğunu kaplıyordu ve kahvaltı yapabilecek kadar yer yoktu. Agâh duvarda asılı olan saate baktı. Beşi elli geçiyordu. Havada şimdi sabah ayazı vardır balkonda yiyeyim, diye düşündü. Masanın üstündeki ecza poşetini pikapla beraber içeriye götürdü. Pikabı televizyonun yanına koydu fişi taktı, poşeti de çalışma masasının yanına koydu. Sonra da mutfak masasını ve sandalyeyi oturma odasına bağlı küçük balkona çıkarıp oraya geçti. Balkona geçerken sesi de yükseltmişti birazcık. Agâh şarkının sesini açtıktan sonra kot pantolonunu ve gömleğini çıkarıp kanepenin yanındaki komodinden pijama altını ve kısa kollu bir tişört alıp giydi. Agâh üstünü değiştirirken şarkı başka bir tanesine geçti: Bu Son Olsun. Agâh balkona geçti ve keyifle kahvaltısını yaparken güneşin şafağı kızıla boyamasını izledi. Şarkı bittiğinde kahvaltısı da bitmişti. Kupasını mutfağa koyup plağın ambalajını alıp içeri gitti. Plağı ambalajına koyduktan sonra geri çantaya koymak üzereyken fikrini değiştirdi ve bütün çantaları çıkardı. Türküler, Rock, Karışık ve Orijinal plak kayıt. Üstünde “Orijinal plak kayıt” yazan bu beyaz deri çanta içindeki 20 plağı ile birlikte en az 7-8 bin lira ederdi. Agâh aslında plakları ve pikapları çok sever ve ilgi duyardı. Bir bu kadar ilgi duyduğu diğer şey ise daktilolardı. Şu an kullandığı 1920 yapımı Underwood daktiloya da zamanında bu tutkusu yüzünden iki bin lira para ödemişti. Ufak tefek birkaç bakım için de 100 lira. Kazıklanmış gibi hissetmişti ama değmişti doğrusu. Agâh kanepeyi indirdikten sonra balkondaki masayı içeri getirdi. Beyaz çantadan gri, parlak bir hamur, tutkal, bant, yağlıboya, palet, biri ince biri kalın iki fırça ve gözlük bezi çıkarıp masanın iki tarafına koydu. Ardından çantadan rastgele bir plak aldı. Plağı ambalajından çıkarıp masaya açtığı gözlük bezinin üstüne koydu. Agâh plağın ambalajına şöyle bir göz attıktan sonra herhangi bir yırtık, geçinme veya deliğe rastlamadı. Ambalaja şöyle hafiften bir üfleyip tozunu uçurduktan sonra plağı eline aldı. Ona da ufaktan bir göz attıktan sonra kaptan gri parlak hamuru çıkardı. Hamuru elinde biraz yoğurduktan sonra plağa sürtmeye başladı. Sırasıyla bütün plaklara uyguladı bu işlemi. İşi bittiğinde sabah güneşi balkon tarafından sırtına doğru vurmaya başladı. Agâh kalktı, çantaları yerine koydu, pencere ve perdeleri açtı. Sonrasında odanın orta yerinde duran çıkardığı kıyafetleri aldı ve banyoya götürdü. İçeri girip ışığı yaktı. Ev 1+1 olmasına rağmen bu banyonun olması çok avantajlıydı. Çok büyük bir banyo değildi. Sadece duş kabini, çamaşır makinesi ve klozet sığıyordu. Agâh kirli sepetindeki çamaşırları da aldıktan sonra hepsini makineye attı, renklilere aldı, deterjan koydu, elli dereceye ayarladı ve çalıştırdı. Banyonun içinde paspası aradı ama bulamadı. Aklına yerdeki kanları silmek için oradan aldığını, sildikten sonra da mutfak balkonuna koyduğunu hatırladı. Işığı kapatıp banyodan çıktı. Mutfak balkonuna gidip paspası aldı. Mutfağın da pencerelerini açtıktan sonra paspası aldı ve tekrar banyoya gitti. Kovadaki kanlı, pis suyu klozete döktükten sonra şofbeni açtı ve sıcak su doldurup içini yıkadı. Ardından bir kez daha sıcak su doldurup mutfağa gitti ve içine ozon döktü. Yıkadığı paspası da aldıktan sonra koridordaki ince uzun halıyı diğer balkona attı. Oturma odasındaki halıyı da tellere attıktan sonra içeriyi paspaslamaya başladı. İçeriyi paspaslarken yatak örtüsünü makineye atmayı unuttuğunu fark etti. Örtüyü aldı banyoya gitti ve makinenin üstüne koydu. Ardından tekrar içeri gidip salonu paspaslamaya başladı. Koltuğu da çekip altını aldıktan sonra mutfağa gitti. Bulaşıkları makineye yerleştirdi, balkondan masa ve sandalyeyi getirip yerine koyduktan sonra mutfak halısını da mutfak balkonuna attı. Mutfağı paspaslaması bitince kovayı boşalttı, su doldurdu ve banyoda bıraktı. Mutfak çekmecelerinin birinden iki bez aldı, Camsil aldı ve camları silmeye başladı. Camları sildikten sonra halıları yerlerine serdi. Balkonları yıkadıktan sonra içeri geçti. Televizyonu açtı. Televizyonda Agâh’a göre hiçbir şey yoktu. Koluna dikiş atmayı unuttuğunu fark etti. Çalışma masasının üstündeki ecza poşetini aldı ve mutfağa gitti. Poşeti masaya koyup kolundaki sargıyı çıkardı ve suyun altında temizledikten sonra peçetelikten birkaç peçete alıp kolunu kuruladı. Kolundaki suyu silerken yara tekrar açıldı ama bu sefer ilki kadar çok kanamıyordu. Agâh birkaç peçete daha koparıp kaşıklıktan tahta bir kaşık, bıçak aldı ve mutfak masasına oturdu. Peçeteyi katlayıp, tentürdiyodu açıp peçeteye döktü. Ardından önce kesiğin üstünü sonra da kesiğin derin taraflarını temizledi. İçeriye gidip bir dolaptan kolonya alıp geldikten sonra iğneyi sterilize etti. İpi iğneye taktıktan sonra ağzına tahta kaşığı aldı ve yarayı dikmeye başladı. İğneyi her etine saplayışında kaşığı daha çok ısırıyor ve serseriye onlarca küfür savuruyordu. Daha üçüncü dikişteyken kaşığı ve iğneyi bırakıp nefes nefese kalmıştı. Birkaç dakika sonra ağzına tahta kaşığı tekrar alıp dikmeye devam etti. Üç dikiş daha attıktan sonra her dikişte yaptığı gibi düğüm atıp ipi kesti. Ardından kolunu temizleyip tentürdiyot sürüp gazlı bezle sardı. Art arda iki ağrı kesici atıp kanepeye geçti ve otuz üç ekran tüplü televizyonunu açtı. Sözde moda programları, saçma sapan yarışmalar, bilgiye değil reytinge bağlı yapımlar ve buna benzer birçok şey… Agâh bu devrin insanı değildi. Hatta bir insan mıydı yoksa sadece bir varlık mıydı, bilmiyordu. Bilmediği çok fazla şey vardı. Çocukken arkadaşlarının güzel yatakları ve çarşafları vardı. Bu yatakların rahatlığını, konforunu hiç bilmiyordu. Bu gibi yataklarda hiç huzurlu uykular çekmemişti. Sert, rahatsız edici yer döşeğinden ya dayakla kalkardı ya da küfürle. Hiç dışarı çıkıp akşamlara kadar oyun oynayacak vakti olmadı. Ya evde kalacak ya da oyundan döndüğünde dışarı çıktığı için dayak veyahut küfür yiyecekti. Annesinin veya babasının onun başını okşadığını hiç hatırlamıyordu. Kavga, şiddet, gürültü ve büyük bir kaosun içine doğmuştu - sanki bu ülkedeki diğer çocuklar böyle değilmiş gibi – ama hiçbir zaman bu durumdan şikâyetçi olmadı ve elbette etkilendi. Sevdiği kadınlara sevdiği şairlerden şiirler okudu ama annesine nadiren çiçek götürdü ya da hiç babasına “Canım babam” diyemedi. Elinde değildi; geçmiş veya gelecekte yapılan hatalar er geç insanı buluyordu çünkü. Hata deyip geçmemek lazım, bazı hatalar ömrün en büyük pişmanlığı olabiliyor. Küçük bir çocuk gibi sızlanmak hoşuna gitmiyordu ama başka yapacak bir şey de yoktu. Gözü masanın üstündeki günlüğe takıldı. Yazmak geldi içinden. Ne var ne yoksa, ne eksik kalmışsa neye fazla olduysa. Kendi hayatına fazla fazla fazlalıktı sanki. Kendi hayatı da dâhil hiçbir şey için gerekli olduğunu sanmıyordu. Hatta herkes için bir planı olan tanrının onun için bir planı var mıydı, bunu bile bilmiyordu. Bu yaşına kadar yaşadığı her şey ona sanki kaderiymiş gibi değil de bir tesadüfmüş gibi geliyordu. Ona hep planlamış bir çocuk olduğu söylenmişti ama böyle bir hayata kim dördüncü çocuğu isterdi ki? Kendinin hep bir hata olduğunu düşünürdü ama olmuştu sonuçta, yapacak bir şey yoktu. Bazen bu bedene öyle sıkışır kalırdı ki göğüs kafesi ona bir hapishane gibi gelirdi. Tıpkı şairin bahsettiği gibi; bedenim, ruhumu zapt eden bir boş kafes. Masanın başına geçti, yazmaya başladı.


29.10.2014


Çoğu zaman sokaklarda sabah akşam yürürken düşündüğüm şey, başka bir hayatta olsam mutlu olur muydum sorusu. Büyük ihtimalle evet. Yaşamım boyunca -ki çok kısa bir yirmi sene- sırtıma yüklediğim yüklerden kurtulma çabası içindeyim. Hiçbir güzelliğin veya iyiliğin sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyorum ama kendime şu soruyu sormaktan da hiç çekinmiyorum: Başka bir ailem veya geçmişim olsa her şeyden kurtulmuş mu olurdum? Bir parkta, videoda, fotoğrafta veya herhangi bir yerde annesiyle, babasıyla eğlenen insanları gördüğümde önce biraz mutlu oluyor, seviniyorum -benim yaşayamadığım şeyleri onlar yaşıyor diye-, daha sonra ise büyük bir kıskançlık içine düşüyorum. Bilmiyorum. Bugün onlarla olmam beni düşündürmüyor değil ama onlarla aramda ne olursa olsun kocaman bir uçurum olduğunu fark edebiliyorum. Bu benim suçum değil. Herkesin yaptığı gibi her zaman zarar gördüğüm kişilerle arama mesafe koydum. Kim olursa olsun. Bugün bu mesafenin uçurumlara dönüştüğünü görmek ve her şeyi saldırı olarak algılamak beni bir hayli kahrediyor. İnsanları sevmemin yanı sıra onlardan bu denli uzak durma çabam da bu yüzden. İnsan en güvendikleri ve sevdiklerine karşı hiçbir zaman gard almayı düşünmüyor ve buna ihtiyaç duymuyor. Buna ihtiyaç duymadığı yetmezmiş gibi gardını başkalarına karşı daha da sağlamlaştırıyor ve eninde sonunda hiç ummadığı yerden darbe aldığında ise bütün savunması yıkılıyor. Bugün yirmi yaşındayım. Belki ilerleyen yaşlarda hayatı, yaşamı daha iyi kavrarım ama bugün hayatın dengesini ne aklımda, ne ruhumda, ne kalbimde ne de ilişkilerimde sağlayabildim. Ya herkese karşı gard alıyorum ya da her şeyin beni yıkıp geçmesine izin veriyorum. Bir anım var, hüzünlü olduğu kadar saçma bir anı. Okuldayım. Sıramda, sınıfta, dersteyiz. Yanımda yeni tanıştığım ama güvendiğim bir arkadaşım var. Yorulmuşum. Hem de her şeyden. Konuşmaya başlıyorum: “İnsanlar ne kadar acımasız. Onlara verdiğim değeri göremiyorlar mı? Yoruldum Ahmet, yoruldum. Dayanamıyorum.” Sözlerimi ederken ağlıyorum. Yaşlar gözlerimden sessizce dökülüyor. Ne bir iç çekiş ne bir zırlama ne de bir hıçkırık var. Sessizce ve kimseye fark ettirmeden ağlıyorum. Öyle ki kimse görmüyor Ahmet'ten başka. Anlatmaya devam ediyorum. “Hak ettiklerim bu muydu? Ben bunları hak etmiyorum…” Anlatmaya devam ediyorum, ettikçe de Ahmet başını öne eğiyor, boğazı düğümleniyor, hiçbir şey diyemiyor. Sadece başını sallıyor. Kafamın dönük olduğu taraftaki kişiler beni fark etmiyor önceleri. Ders de umurlarında değil zaten, sohbet ediyorlar. İçlerinden birisi rastgele bana doğru dönüyor, ağladığımı görüyor. O sırada hoca beni tahtaya çağırıyor -ne de olsa Agâh bu derste iyi ve bu soruyu çözebilir- Aniden kalkıyorum. Ben kalkarken ağladığımı gören çocuk dönüp arkadaşlarına bir şeyler fısıldıyor ve beni işaret ediyor. Hepsi birden bana bakıyor. Ağladığımı gören çocuk soruyor. 

-Noldu le?

Gülerek cevap veriyorum.

-ama gözlerim kızarık-

-Yok bir şey. 

Yine aynı çocuk gülüyor ve şunlar dökülüyor ağzından:

-Deli bu amınakoyim. 

Hayatımda daha önce hiç bu kadar trajedi dolu bir anım oldu mu hatırlamıyorum. Kırgınlıklarla dolu bir zihnin deli olduğu sanılması. Artık hiç kimseye inanmak istemiyorum. İstesem de onlara inanacak inancım kalmadı. İşte bu yüzdendir tanımadığım insanları kötü olarak algılamam. Ben bir savaşçı değilim. Hayatla veya yaşamla savaşamam. Ben sadece bir insanım. İnsan! Lanet olası dünya! Sadece bir insan! Hayatımda daha önce hiçbir ağacı kesmedim, hiçbir maymunun üstünde deney yapmadım, hiçbir hayvanı avlamadım, hiçbir kuşu da kafese koymadım. Peki, neden bu onca şey beni buldu? Bir film izlemiştim, on altı-on yedi yaşlarımdayken. Filmin ismi sanırım Constantine idi. O filmde şöyle bir diyalog geçiyordu:

-Tanrının hepimiz için bir planı var.

-Tanrı küçük bir çocuk ve plan yaptığı falan yok.

Belki de gerçekten öyledir ve biz sadece önümüze gelen şeyleri yaşıyoruzdur. Bilmiyorum. Sokrates de bunu tekrarlıyor sürekli. Bilmiyorum! “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”