Tavandan sarkan tek çıplak ampul, üzerindeki sinek pislikleri ve toz tabakasının aralıklarından sızan ince ışık huzmeleriyle, dağınık ve kirli odayı zar zor, cılızca aydınlatıyordu. Yerde serili ince, kalitesiz halının üzeri bir haftalık ekmek kırıntılarıyla, yemek döküntüleriyle doluydu.


Annesi evlenirken alınmış tekli vitrinin içi gelişigüzel doldurulmuş bardak, tabak, süs eşyası, hacdan getirilmiş süslü tabaklar, kaseler, tesbihler, vitrinin bir orasında bir burasında bırakılmış şekilde tozdan görünmüyordu.


Köşede duran çekyatın ayak ucunda, yere serilmiş battaniyenin üzerinde bakımsızlıktan dermanı olmadığı için etrafa boş gözlerle bakan sekiz aylık kız kardeşi Latife sakince yatıyordu.


Belden aşağısındaki ıslaklıktan etrafa yayılan çiş kokusu adeta evin her köşesine sinmişti: divanda, halıda, mobilyalarda. İçinde bulunduğu durumun rahatsızlığından hoşnut olmayan kardeşi ağlamak yerine başını sağa sola sallayarak rahatsız olduğunu anlatmaya çalışıyordu.


Annesi kardeşini dünyaya getirirken hayatını kaybetmişti. Köylerinin şehre uzak mesafede olması, kardeşinin normalden daha iri bir bebek olması annenin durumunu zora sokmuş, yolda hastaneye yetişmeye çalışırken bebeğinin yüzünü görebilmek nasip olmamış ve son nefesini aracın içinde vermişti.


Babaannesinin yardımları ve gözetmesiyle beslenmeleri ve bakımları, ihtiyaçları bir yere kadar karşılanıyordu. Ne var ki gün bitip babası dağdan odun kesmeden yorgun argın, sinirli bir şekilde gelince babaannesi kendi evine gidiyor; Elif, burnundan soluyan babasıyla, evde ilgilenilmeyi bekleyen kız kardeşiyle baş başa kalıyordu.


Babam dağdan geldikten sonra evin dışında, duvarın dibindeki çeşmede elini yüzünü yıkadıktan sonra "Kız Elif, babaannen yemek ne getirdi bugün?" dedi. Bulgur pilavı getirdi, bir de turşu var, dedim. Getir sofrayı hazırla yiyelim, dedi. Sofrayı yere serdim, babaannemin getirdiği tabakları sofranın üzerine bıraktım. Hani ekmek nerde, dedi babam. Ekmek poşetini babama verdim, poşetin ağzını açınca bağırarak söylenmeye başladı. "Yine kapatmamışsın ağzını kemik gibi olmuşlar!" Burnundan soluyordu, "geç otur, doyur karnını" dedi.


Bir anda iştahım kaçtı, zaten canım hiçbir şey istemiyordu. Akşamüstü karnım acıktı, midem kazındı, sonra geçti. Hep böyle oluyor, önce acıkıyor sonra geçiyor, yemek istiyorum; ekmekleri poşete koymayı akıl edemiyorum, ekmekler kupkuru; evdeki bardak tabak yıkasam bile temiz olmuyor, tabakların kenarlarında yemek artıkları iyi temizlenmediği için kuruyup yapışıyor.


Kapının girişinde sol tarafta yerde duran küçük tüpün üzerindeki tencerede iki günlük kuru fasulye var, kapağını açınca ekşi bir koku yayılıyor etrafa.


Dün Betül'ün evine oynamaya gittim, annesi öğle yemeği hazırladı. Sininin üzerinde üç çeşit yemek vardı; salata vardı, ekmekler güzelce kesilmişti. Annesi yemek yemek için beni çağırdı. Önce ellerimizi yıkattı, bizim evde hiç böyle şeyler olmaz. Babam zaten evde olmuyor, kardeşimle uğraşırken de benim aklıma el yıkamak gelmiyor hiç, kirli ellerimle ağzıma bir şeyler atıyorum.


Betül'ün saçları çok güzel pırıl pırıl, annesi en güzel tokaları alıp saçına takıyor. Benim saçlarımı babaannem kesti, mahalledeki oğlan çocukları gibiyim. Oğlan çocuklarının saçları benimkilerden daha düzgün!


Hiç tokam yok, zaten toka takacak saçım da yok. Saçımı çok kaşıdığım için babaannem saçlarımı kesti, bu bitlenmiş, dedi. Galiba saçlarımın diplerinde böcekler varmış, onlar gezinip ısırdıkları için kafam kaşınıyormuş. Babaannem saçlarımın diplerine gaz yağı sürdü, saç derim yandı kavruldu sanki. Çok ağladım, biraz sabret böcekler ölsün dedi babaannem, o zaman kafam kaşınmayacakmış.


Betül'ün çok güzel elbiseleri var, annesi hem kendi dikiyor hem satın alıyor. Sarı elbisesine bayılıyorum, onu giydiğinde televizyonda gördüğüm çizgi filmlerdeki prensesler gibi oluyor. Geçen gün babamdan elbise istedim, dağdan odun kesmekten gelmişti, her zamanki gibi yorgun bıkkın, benim yaptığım lapa olmuş makarnayı yemek için tabak bakınıyordu. Ben elbise diye ağlamaya başlayınca avaz avaz bağırmaya başladı.


"Zaten yorgunum her yerim ağrıyor, karnınızı doyurdum da elbisen kaldı düşünecek" dedi. Çok korktum, bana vuracak sandım. Bir daha istemedim; annem olsaydı alırdı, dikerdi. Beni Betül'ün annesi gibi süslerdi. Babam sinirli sinirli "Git çamaşırların arasından bir şeyler bul giy" dedi. Etraftaki varlıklı, bize acıyan, zavallı olduğumuzu düşünen, bizim için çocuklarının eskilerini getirdikleri poşetten bir şeyler bulup üzerime sinirli bir şekilde geçirdi.


Dünya çok zor bir yermiş, yaşamayı nasıl başaracağım ben bu hayatta? Arkadaşlarımın babaları onların elinden tutup bakkala götürüyor, çikolata alıyorlar.


Geçen gün İlayda'yı babası kucağına aldı sarıldı, onu koklayarak öptü. Nasıl bir duygu acaba? Onları görünce içim ısındı, sonra da burnum sızladı, gözlerim yaşardı.


Ben babama acıktığımı bile söyleyemiyorum, hemen bağırmaya başlıyor, dövecek diye çok korkuyorum. Bir keresinde dövdü, canım çok acıdı; yanağıma tokat attığı yer kor ateş gibi yandı. Omuzlarıma vurdu oralar morardı, kendimi çok güçsüz, zavallı, aciz hissettim.

Beni kurtaracak birilerini aradı gözlerim ama kimse yoktu.

Bir keresinde sokakta oynarken arka mahalleden bir oğlanı, yaramaz oğlanlar dövmeye çalıştılar, babası yoldan geçerken onları gördü ve hemen oğlunu kurtardı, öbür oğlanlara çok kızdı.


Yaramaz oğlan çocukları çok korktu, apar topar kaçtılar. Bir daha o çocuğa bulaşmadılar. Bana böyle yaparlarsa beni kim koruyacak? Beni zaten babam dövüyor. Dövdükten sonra hiç pişman olup üzülmüyor.



Ben mi çok çirkinim acaba? Çok iğrenç bir kızım herhalde! Güzel elbisem, uzun taranmış saçlarım olsa babam mutlaka severdi beni.


Babam beni sevmediğine göre çok sevimsizim herhalde...