(Kısaltmalar yapılmıştır.)
İnsanların çoğu karşılarındaki kişinin nasıl birisi olduğunu "söyleyemezler"; ne var ki "söyleyememek", görememek anlamına gelmez. "Söylemek", insanın kendisini kavramlarla ifade etmesi demektir; kavramlar da pek az kişinin ustası olduğu özgül bir entelektüel ve çözümleyici etkinliği öngörür.
Sevgiyi kristalleşme olarak tanımlayan ünlü kuram doğru mudur acaba? Bu kuram, sevgiyi temelde bir kurgu olarak tanımlar. Ruhumuzun normal işlevleri saydığımız şeylerin, aslında kendine özgü anormalliklerden başka bir şey olmadığını göstermeye çalışır. Oysa, insanın sonunda yalnızca sevilebilecek olanı, sevilmeye değer olanı sevdiğini anlarız. Güzel şeyleri yanılsama olarak adlandırmak çok kolaydır. Peki bu güzel şeyler aslında yoksa, nasıl oluyor da bizim dikkatimizi çekebiliyorlar?
Hepimiz, kendimizi adadığımız yaşama biçiminin, istemimizin etkin olduğu alanların dışında çok daha derinlerde önceden belirlendiğinin bir ölçüde farkındayızdır. Yüreklerimiz, önceden belirlenmiş bir yörüngeye bir yıldız inatçılığıyla bağlı kalır. Sevgi ta özünde bir seçmedir. İnsanın kişisel özünden -ruhsal derinliklerinden doğduğu için sevgiyi belirleyen seçici ilkeler aynı zamanda bireysel özelliğimizi oluşturan en öznel ve en gizemli yeğlemelerden oluşur. Seçtiğimiz insan tipi, kendi yüreğimizin çizgilerini taşıyan kişidir.
"Âşık olmak" bir dikkat olgusudur. Bilinç alanımızın birçok dışsal ve içsel nesneyle dolu olduğunu görürüz. Her durumda zihinlerimizi bütünüyle dolduran bu nesneler, düzensiz bir karışıklık içinde değildir. Her zaman, aralarında az da olsa bir düzen, bir dizilenme vardır. Aslında çoğu zaman bir tek şeyin ötekilerden ayrıldığını görürüz; o şey ötekilere yeğlenmiş, özel bir ışıkla aydınlatılmıştır; zihnimiz ona yoğunlaşarak, yalnız onunla ilgilenerek, onu ötekilerden yalıtlayarak sanki parlaklığını artırmıştır. Bu her şeyi dışarda bırakan dikkat, o ayrıcalıklı nesneyi aynı zamanda çok güçlü niteliklerle zenginleştirir. Bu, nesnede aslında bulunmayan kusursuzlukların görülmesi demek değildir. Bir nesneyi dikkate boğarak, onun üzerinde aşırı yoğunlaşarak bilinç, o nesneye hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak güçlü bir gerçeklik kazandırmış olur. O nesne bizim için her an vardır; hep bizim yanımızda, başka her şeyden daha gerçek olarak sürdürür varlığını. Tüm sevgiler o çılgın "âşık olma" döneminden geçer. İçtenlikliyse âşık, güzelliği birbiriyle ilgisi olmayan küçük özelliklerde bulacaktır: gözlerin renginde, dudakların bükülüşünde, sesin tonunda vb.
Âşık olmak harika bir yetenektir; ezgiler yaratma esini, kişisel gözüpeklik yeteneği, denetimi ele almayı bilme becerisi gibi. Herkes âşık olamaz; âşık olabilseler de herhangi birine âşık olamazlar. Bu ilahi olay, ancak bazı güçlü koşulların hem öznede hem de nesnede bulunmasıyla ortaya çıkar.
Seven kişi kendi bireyselliğini öbürününkinde eritme yolunda ya da tam tersine sevgilisinin bireyselliğini kendisininkinin içinde eritme yolunda garip bir itki duymaya başlar. Anlaşılmaz bir özlem! Yaşamda karşılaştığımız başka herhangi bir durumda başka birisinin bireysel varlığımızın sınırlarını çiğnemeye kalkması bizi ölçüsüz kızdırırken, aşkın kendinden geçirici doyumunda, karşımızdakinin içimize sızmasına metafizik açıdan öylesine açık oluruz ki, ancak ikimizin birlik içinde erimesi, "iki kişinin oluşturduğu bir bireysellik" durumu içinde doyuma erebiliriz.
Kişinin sevgisinden pek çok şey doğar: arzu, düşünce, istem, eylem. Bununla birlikte, bir tohumdan çıkan ürünler gibi, sevgiden doğan bu şeylerin hepsi sevgi değildirler ama onun varlığını öngörürler. Sevgi gerçekten de arzuya benzer, çünkü bir kişi olsun, bir şey olsun, sevgi nesnesi onu heyecanlandırır. Ruh huzursuzlaşır; nesnenin yarattığı uyarıyla bir noktasından ince bir biçimde zedelenir. Öyleyse bu tür uyaranın merkezcil bir yönü vardır: Nesneden bize doğru gelir. Ne var ki sevgi edimi bu heyecanın, daha doğrusu bu uyarının gelmesinden çok sonra başlar. Sevgi, nesnenin gönderdiği delici okların açtığı yaralardan dışarıya fışkırarak nesneye doğru etkin bir biçimde akmaya başlar; bundan sonra da her türlü uyarının ve arzunun ters yönünde hareket eder. Sevgi eyleminde iki kişi kendilerinin dışına çıkarlar. Belki de doğanın insana, kendisinin dışına çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağını tanıdığı en yüce etkinliktir sevgi. O bana doğru gelmez, ben ona doğru çekilirim.
Sevgi, zaman içine yayılır; insan, bir mıknatıstan çıkan kıvılcımlar gibi yanıp sönen ani anlar ya da kopuk kopuk zamanlar dizisi içinde sevmez; sevgiliyi sürekli olarak sever. Bu da çözümlemekte olduğumuz duygunun yeni bir yanını ortaya çıkarır: Sevgi bir akıştır; ruhsal maddeden oluşan bir ırmaktır, kaynak suyu gibi hiç durmadan akan bir sıvıdır. Sevgi bir patlama değil, kesintisiz bir akış, sevenden sevgiliye doğru ilerleyen ruhsal bir ışınımdır.
Sevmek, yalnızca "var olmak" değil, sevilen şeye yönelen bir edime girişmektir. Burada sevginin uyandırdığı bedensel ya da ruhsal hareketlerden söz etmiyorum; yapısı gereği sevginin kendisi, sevdiğimiz adına kendimizi ortaya koyduğumuz edilgen bir eylemdir. Nesneden yüz fersah uzakta bulunduğumuz, onu hiç düşünmediğimiz süre içinde bütünüyle hareketsiz olsak da o nesneyi seviyorsak, içimizde olumlu, ılık bir şey kaynayıp dışarıya akar.
Sevgide nesneyle bütünleştiğimizi duyumsarız. Bütünleşmek ne demektir? Yalnızca bedensel bir birleşme ya da yakınlaşma değildir bu. Belki de uzakta bir yerdedir de ondan haber alamıyoruzdur. Ama onunla genelde simgesel bir bütünleşme içindeyizdir; ruhumuz inanılmaz bir biçimde genişleyerek bu uzaklığı kapatmıştır sanki; nerede olursa olsun, onunla temelde birlik içinde olduğumuzu duyarız. Güç bir zamanda birisine, ’Bana güven; senin yanındayım’ derken anlatmak istediğimiz biraz da budur; yani ‘senin inandıkların benim de inandıklarımdır, seni her zaman destekleyeceğim.’
Sevgiyi yaşamadan önce hepimiz onu tanırız, yüce bir değer veririz ona; bir sanatmış ya da uğraşmış gibi uygulamaya girişiriz sevgiyi. Bir insanın özünden kaynayıp taşan sevgi duyarlı ruhun üzerinde sonsuza dek sürecek, aşıya benzer bir iz bırakır. Sevmek belli bir insan üzerinde verilen bir karardır. Koşullar- örneğin uzaklık- sevgi için gerekli olan beslenmeyi engelleyebilir; ama duygusal niteliği hiç değişmeden kalacaktır.
Sevgide var olan şey, büyülenme nedeniyle teslim olmaktır. Başka bir kişiliğin, insan yaşamı üzerinde uyguladığı bu soğurma eylemi, soğurulanı bir yücelmişlik durumu içinde tutar, varlığının köklerinden koparır ve sevgilinin içine eker; önceki kökler, yeni bir topraktaymışçasına buraya kök salar. Sevenin, sevgili tarafından böyle soğurulup içe alınması, düpedüz büyülenmenin sonucunda olur. Başka bir varlık bizi büyüler; biz bu büyülenmeyi, yumuşak ve esnek bir çekilme olarak sürekli içimizde duyarız. Büyülenebilmek için her şeyden çok başka birisini görme yetisine sahip olmamız gerekir. Pascal'ın da dediği gibi: ‘Şairlerin, sevgiyi kör olarak göstermeye hiç hakları yoktur: Sevginin gözündeki bağ çıkarılmalı ve görme gücü, bundan böyle ona geri verilebilmelidir.’