Eski demir kapının her kapanış, her açılışında boş evin koridorlarında ızdıraplı bir çığlık yankılanırdı. Benden uzaklaşmak için attığın her adımda içimdeki korku dolu yakarışa sebepsizce benzetirdim bu sesi. 


Kalakalmışlığımın boşluğunda olurdum ben de, senin fırına erken gidişlerinde. Evin sessizliğini ve içimin suskunluğunu ayırt edemezdim. Tablosuz duvarlarıma çarpıp bana dönecek kadar bile konuşamaz iken, varlığını unutmanın imkanı olmazdı. Geri döneceğini hep bilirdim ama kendimi tüketmekten de geri kalmazdım bir gün olur da gerçekten kaybolursun diye. Kalan yaşamımı kaçırmamak için alışmaya çalışırdım. 


Sıkı sıkıya çektiğin perdenin kenarından sızan ışık demetinin yokluğuna alışırdım, belki avluda kıyafetlerini görmemeye de. Bir yere kadar, susan ve hiç konuşmayan zile bile alışırdım. 


Ama onun -zilin- taze poğaçalardan hemen önce bağıracağını bilirdim beni suçlayarak. Senin kötülüğünün düşündükçe farkına varsam da ben, bir onun hep aklındaydı.


Hırkanı askı olmadığı için kapının girişine atacağını da bilirdim içeri girerken. Kokuna alışan tek ben değildim. Her akşam o uzanıp giden beyaz seramikleri senin gelişin için hazırlardım. 


Hatta ilk iş perdenin ardına kadar çekilip, pencerelerin açılıp çiçeklerin sulanacağını da bilirdim bir dostum tarafından. Kaktüse diğerlerinden fazla zaman ayıracağını bakmadan da söylerdim. 

Ona hiç vakit ayırmadığım için en fazla onda oyalanırdın. 


Zamanın gidişinden korktuğum için önüne engeller yığan ben, sevgilim olarak gidip karşı komşum olarak dönerken sen, tek tek ellerimle düzeltirdim yollarını. Kabullendiğim tek kusurum buydu. 


Tek biri için, her ne kadar önemsiz ve bencil de olsa ve beni biraz bile umursamasa da, yaşlanmayı göze almıştım. 


***

Gölgemin ilk kez böyle karanlık düştüğü akşamüstü, ayaklarımı sarkıttığım balkon parmaklıklarının pastan sapsarı parladığını gördüm. Bu ay gördüğüm bu sancılı renk üç olmuştu. 


Ayın başında sen uyurken, sabah ayarken, ilk kez kıyık perdeden üzerine işleyen bir sarı vardı. Omzundan alnına uzanıyordu. Görür görmez bir akarsuya benzetmiş; hatta içimde büyütmüş, hızlandırmış ve ikimizin olduğu bir kayığı kondurmuştum orta yerine. Işıktan bir maviyi yarıyorduk. Sanki üzerime soğuk su sıçramış gibi titremiştim.


Bir hafta ancak geçmiş, sana tapan duygularım daha dinmemişti. Üstüne üstlük her sabah aynı pencereden sana o ışığı getirmek için saatler öncesinden uyanır olmuştum. Sanki o gün ilahtan haber almış gibi seni bulan güneş bir daha uğramamış ancak ben bunu anlayamamıştım. Senin çirkinliğini sabahları görmekte hep zorlanırım zaten. İnsanların kendini yahut başkasını kirletmeye fırsat bulamadığı ilk ışıklar her zaman en temizidir. 


O gün balkonda gördüm saçını o eski sarıya boyattığını. Kocanla ayrılmadan önce bir kuşun tüyü gibi seninle özdeşleşen o acı renk. O zamanki gibi titremiştim yine ama heyecandan değildi. Dişlerimin birbirine çarpması gibi dizlerim paslı korkuluklara çarpıyordu. 

Korkudandı. 

O çirkin kadını tekrar karşımda görmüş olmanın korkusu. O eski hırsları tekrar duymuş olmanın korkusu. Bir de, gidecek olmanı anlamanın korkusu. 


Koşa koşa, önce içeri girmiş sonra dışarı çıkmıştım. Bu dışarı, bir iki sokaklık değildi. Gittiğim yolları incecik camdan yapmış, kırılır korkusuyla basamadan kaçmıştım. Ciğerlerim kapısız dört duvar olup kendi kendini hapsedene kadar koşmuştum. Ucunda kendimi bir kürenin içinde bulmuştum. Havada uçuşan karlar vardı beni doyuran üşümeye. Müzik eşliğinde dönüyordum. Senin etrafında. 


Otuz iki sene yaşamamışım da o bir ay, ilk sarıdan itibaren bir ay, bir ömrü doldurmuşum sanki. Tüm alışma çabalarım, tüm denemelerim sen içeri girip ayakkabılarını çıkarana kadarmış. Ondan sonrasında yazılan senaryoyu oynamışım. İşin kötüsü, her şeyi en başta ben yazmışım. Tüm çorabı kendi başıma örmüşüm. 


***

O son gidişin ve ertesi gün boyu benim evimde benden ayrı kimler yaşıyormuş öğrendim. Mutfak tezgahının altı, odaların köşeleri, koltukların kenarları...


Benden çalan bir senmişsin, onu da öğrendim. Başkalarıyla yaşarken -güzellikten bile olsa- nefes almaktan usanmaz, sabırsızlanmazmış insan. Ölüme ulaştıran zehir de kendiymiş kendini. 


Televizyonun üzerini bir örümcek sahiplenmiş, karıncalar karo taşlarının içinden mutfağa sızmış, geceleri açık bırakılan banyo penceresinden sarı bir kedi içeri süzülür, ne var ne yok yermiş. Üstelik arka bahçede, eski dolabın içine başka bir kedi yavrulamış. Yedi yavrusundan biri ne yazık ki daha yeni ölmüş. O sabah ilk kez her günden farklı uyanmışım. 


O sabah bir yavru kedinin çığlıklarıyla ürpermişim. Toplanmış başıma boş sokağın ruhları. Her birinde biraz acı.


Benekli yavru ölü kardeşinin kulağını pençeliyor, arada hırlayıp ısırıyor. İtekleyip itekleyip boğazından hırıltıları bırakıyor.


Kardeşi yerinden kalkamadıkça daha da hırslanıyor, bunu bir ölüm kalım mücadelesine dönüştürüyor. Diğerlerinin dillendirmediği gerçeğin farkında değil ya da kendini her şeyden daha üstün görüyor. Ölümden bile. 


Varla yok arasında o yavruda beliriyorsun. Ortak bir noktanızı gösteremiyorum ama yüzünün yarısı belki de tamamını orada görüyorum. Bu, Ay ışığını gölün üzerinde görmeye benziyor. Tek şansları karşılıklı birbirlerini izlemek ve yansımayı öğrenmek. Sanki sen de ölümü izliyor, izliyor ve öğreniyorsun öldürmeyi. 


Belki de bana öyle görünüyor. Ya da ilk kez bu kadar net fark ediyorum tüm zamanları tükettiğimi. Korku, içimdeki bana geriye dönmemi söylüyor ancak bu karardan dönmesi an meselesi. Çünkü bir gerimde sen varsın ve orada çok kalmaktan bile korkuyor. -ki kalırım, bunu ona hatırlatıyorum.-


***

O sabah yapılabilecek bir sürü şey, gidilebilecek tonlarca akraba varken, sen kocanı da alıp bana geliyorsun. Fırından dönüşünü bekliyorum ben hâlâ, hole uzanık. Perdeler ardına kadar çekili. Çiçekler de kurumak üzere. Ancak kaktüs hala diri. 


İçeriyi poğaça kokuları sarmalıyor, senin artık sadece bana uzak kokunun hemen öncesinden. Sesin de doğruca kulağıma gelmiyor bu sefer. Duvarlarım tadına bakıyor, sonra ben duyuyorum. 


İlk kez içeri giriyormuşsun gibi hırkanı asacak yer arıyorsun sahtekarlıkla. Etrafı sanki ilk kez görüyorsun. Gözlerime baktığın an kafanı yere çeviriyor, ben seni utandırdım sanar iken konuşuyorsun. “Yere bırakıyorum bunu.”

Önce en yakın arkadaşıma sarılıyorum, sırtıma pat pat vuruyor. Sonra sana sarılacakken içeri süzülüyorsun. Bir an yatak odama ilerleyeceksin sanıyorum, terli ellerimi üzerime siliyorum ki mutfağa giriyorsun. Perdeleri açıyorsun. 


O ilahi renk, üzerinde parlıyor. Sanki şeytan beyaz boynunda gizlice dans ediyor ve ben sürüklendiğim günaha artık kulaç atmaya başlıyorum. 


Ne zaman unuttuk seninle bilmem ki tüm noksanlıklarımızı. Orada sen de ben de kusursuzduk sanki. Elin yavaşlamadan doğru dolabı buluyor, daha önce varlığından haberim olmayan malzemeleri ortaya çıkarıyordun. Kimse fark etmiyordu benden başka dört duvar arasında. Kimse nasılını sorgulamıyordu. Kocan fark etse ne derdik bilmem. Nereden çıkarıyordun eskimiş bulaşık süngerinin yerine yenisini. Kim aldı onu benim evime bilmem ki.

Türlü türlü hünerlerin varmış senin. Ben bile, öylesine güzel oynuyordum ki bana düşeni. 


Eski dostum, eski dostum. Sen arkanı dönünce bana gördüğü çiçekleri anlatan adam bu, sen yanımıza gelince sana iltifat edenle. Çayını soğutarak içer bu, öyle tatsız biridir de. Onun yanında oturursan, ya alayla gülersin söylediğine, ya sıkıntıyla gülmüş gibi yapar. Ya da arada doğru bir söz denk getirir de o, sırtını sıvazlarsın. 

Seni hep aldatan adam bu. Ancak anlıyorum, ben kimim ki kendimi onunla kıyaslıyorum?


Senden nefret ediyorum. Bu yalın bir duygu. Değiştirilemez. Değiştirmeye gücüm yetmez. Tüm insanları seven ben, saçların bu renk iken senden nefret ediyorum. Çan sesi gülüşlerin yollarda ezilen insanların çığlıkları oluyor. Ten rengin bir illete dönüşüyor ölüme götüreni. Utanmasam kızarık yanaklarına bakıp bir doktora görünmeni önereceğim yüzümü buruşturarak. Sabah ışıkları sahne ışıklarına dönse, sen güzelleşecek gibi görünmüyorsun. Kocan geleden beri gözüme bu sokakların suskun kadınlarından biri gibi görünüyorsun. Sen hatırlayabildiğim tüm güzellikleri söndürüyorsun. Sağ gözün mor iken, elini o adamdan çekip bana uzatmanı bile isteyemiyorum. Çünkü diğer elinle hala onun parmaklarını sıkıyorsun. 


Evime gelişini beklerken yelyutanlara benzerdin oysa. Güneş’in uzaklaşmasını, perdelerin çekilmesini, böceklerin ortaya çıkmasını fırsat bilirdin. Sessizce, hızlıca, görünmeden soluğu kapımda nasıl da alırdın. O özgüvenin, o alelacele kıvrak hareketlerinde parlayıp sönen ve sürekli çevresine dağıtan özgüvenin. Seni bir ve ikiden, dokuz ve altıdan ayırıp uğurlu rakamım yapan o özgüvenin. 



Geçen akşam bir anda yeni evimin önünde belirdin demem o ki. Bir saniyecik görüverdim seni o iki uçan kuşta. Her ikisi de sendin. Kendine doğru uçtun, uçtun ve parçalanmak için çarpacak iken etrafında dönüverdin ve sönmeye fırsat kalamadı. Ters yönlere dağıldın. Sen dağıldın, tüylerin dağıldı. 

Benim açımdan baktığında Büyük Ayı'nın hemen önündeydin. Her akşam otururken yeni dünyada, sokaktan görünen tek takım yıldızıdır ya, yine benim açımdan seni de son görüşüm sayılıyordu. İlerleyen yıllarda insanlar yıldızları görmeyi bırakmıştı, ben seni gördüm sanmayı. 


İnsanlar seni görmeyi bırakmış ben yukarılara bakmayı bırakınca. 


Hiç inanmadım senin o soğuk betondan daha soğuk betona kendini atışına. Sen sözlerden çok, asla bozulamayan yeminleri seversin. Dünyaya borcum kaldı dersin. Daha çok üşütecek ise konacağın yer, şimdiye göğüs gerersin. Ama ansızın bir gece, hiç hesapta yokken üstelik, aynalı makyaj masasının önüne geçişin geçti gözlerimin önünden. İnanıverdim. Dudaklarına bilmem hangi renk boyayı sürüşün, pudrayı çenende oluşan sarımsı, morumsu, yeşilimsi, bin bir renkle anlatılabilecek renge yedirişin... O simli gri rengin açlığını gördüm gibi oldu. Daha çok, daha çok yedirişin. Doymayan bir çocuğa kendi etinden yedirişin gibi. Eriyişin... Karşımda eriyorsun. Yüzünü unutmaya başlamış olmayayım sakın? 


Fırına ekmek hamuru atman, az sonra geri geleceğini söylüyor sanki. Kime? Elbette kendine. 


O kararlı adımlarla, hiç sekmeden, tökezlemeden balkona çıkışın yok mu? Sanki yine kimselere ses etmeden bana geliyorsun. Öylesine sakin ki hareketlerin, komşular da fark edemiyor, ben de. 


Bir de parmaklarını bıraktığın o an var elbette. Benimle vedalaşacaksın vazgeçiyor, öyle gidiyorsun. Tam seni tutacakken ben, sen bırakıyorsun. 


Ben de yıllar sonra seninle vedalaşıyorum. 


Bak, demeyeceğim bu sefer. Korkak bir adam olduğumu hep bildin. Korkak bir adam olduğum için belki beni hiç ciddiye almadın. Çevrendekilerle bağı tutan da sendin koparan da. Sen döndürürdün bu devranı. Bana bu yüzden açıklama borçlu değilsin. Sen ettin, sen buldun. Ne varsa kendine...

Bak, demeyeceğim. İlk kez katil oldum ben. Sana olan borcum yüzünden. En yakın arkadaşımdır hem de. Sen öleli yıllar olmuş. O öleli de öyle kısa bir zaman ki bende. 

Bak yeni seramiklerine mutfağımın. Yeşil bu seferki. Bak bu seferki penceremin perdesine. Bak bu leke, camdaki; eski hayatımdan. Onları sildiğim için katilim ben. Telefon rehberimden eski dostumu sildim. Bir de ne, bir de numaramı değiştirdim. Adresimi zaten hiç vermemiştim. Bak geçmişimi katlettim. Belki katletmem gereken dostumdu, tüm çirkinlikleriyle var olagelmiş dostum. Ama korkak bir adamım ben, beni bilirsin. Şimdi bir de bir başımayım. 


Hak etmedin. Hiçbirini hak etmedin. Sustuğum için ben hak ettim. Sustuğumuz için tüm mahalleli hak ettik bu cezayı, ama sen hiç hak etmedin. Hanginiz hak etti ki zaten? Özür dilerim. Kafamı indiremedim yıldızlardan yere. Görmek istemedim yerde sancılı renkler. Özellikle sensen yerdeki, acılar içinde. Ayıramadım kulaklarımı televizyonun sesinden, sen ızdıraplı çığlıklar atarken. Sen içerideyken tüm mahallenin sesi artardı, senin sesini kısmak için. Sen dışarı çıkınca dünya da benim için baştan başlardı. Her başlangıç senin acından, kocanın kötülüğünden, benim suskunluğumdan başlayarak. Bir de utanmadan seviyorum dedim seni her seferinde. Sanki sevgi böyleymiş gibi. Özür dilerim. Görmek istemedim senin korkunu. Kendi korkum büyüktü içimde, sımsıkı tutunmuştum en büyüğü benim korkummuş gibi. Hep suçladım seni dönüyorsun ona diye ama hiç sormadım 'gidecek başka yerin var mı' diye. “Burada kal” demedim de sana. Sadece suçladım. Korkağım, en korkağı benim bu dünyanın. Dönmeyen düzenin aynı yerinde duran insanlarından biriyim. Özür dilerim. Bu alışılmış hareketlerin dışına çıkamadığım için. Özür dilerim. Ben yaşadığım, sen öldüğün için. 

Özür dilerim.