İçimizdeki tüm gücü, uğruna savaş verdiğimiz şeyler için harcarız. Harcadığımız gücün bir hisse dönüşmesidir aslında mutluluk. Kimi zaman mutluluk denilen duygunun yoksunluğuna bir ad koyarız ve mutsuz hissederiz. Bu mutsuzluğun nedenini kendimize sorduğumuzda verebileceğimiz bir cevabımız yoktur.

Umutsuzluğun, bilinmezliğin ve ardı arkası kesilmeyen problemlerin birikerek mutsuz ettiğine inanmayı tercih ederiz. Çıkmazımızı yine bizden bağımsız bir yola sokup derin bir nefes alırız.


Her günü bir önceki günden farklı kılamayaşımıza isyan edip bir insana gülümsemeden, bir insanı gülümsetmeden karanlık bir odada güneşin doğmasını bekleriz.

Sahi, doğru soruya cevap aramanın zamanı gelmedi mi? Yanlış bir ilaçla hastalığı tedavi edemediğinin farkına varma vakti peki?

Bu durumda sorulması gereken soru neden mutsuz olduğumuz değil, ne için savaştığımızdır...

Zaman denilen, geçişi kıymetli kıldıran yaşam mücadelemiz…

İnsan tek başına deriden canlıya dönüşme gücüne sahip değilse ona eşlik etmesi gereken duygu neydi?


Doğduğumuz günden ölümümüze kadar, hep arayışında olduğumuz hayat anlamımızın sözcüksel karşılığı sevgiydi. Verdiğimiz mücadeleyi anlamlı kılan, karşılık beklemeden hissettirebildiğimiz tek şey sevgiydi. Ailemizi sevmemizle ev aidiyetimiz, öğretmenimizi sevmemizle bilgi aidiyetimiz; işimizi, dostumuzu, yolumuzu, suyumuzu sevmemizle toplumsal aidiyetimiz ve kendimizi sevmemizle yaşam aidiyetimiz başlıyordu. Tüm sözcüklerin gölgesinde, hissedilen duyguların altında kalan “mutluluğu” yeşertecek insan, sevmeyi öğrenecekti.

Bu da demekti ki sevmeyi öğrenmekle hiçbir şeyi kalmayacaktı.