“Kafanda kuruyorsun.” diyorlar. Kuruyormuşum. Hah, ben mi? Güleyim bari... her zaman derim, insan bari biraz usturuplu atar. Kurduğum falan yok. Sizin için anlamak neden bu kadar zor. Bunlar sizin kuruntularınız efendim. 


Ne olmuş ki pencereden bakıyorsam, perdeleri açmak istemiyorsam, karımın(!) sürekli ne 

yaptığını kontrol ediyorsam, sudan bahanelerle onu yanıma çağırıyorsam, her eline alışında 

telefonuna gözüm kayıyorsa… Kıskançlık ise kıskancım ama o kadar abartmam mevzuyu. Hem insan sevdiği insanı kıskanır ve onu gözünden sakınır. Benimki de bu kadarcık işte. 

En çok mutfak penceresinden bakardım. Aşağı. Yukarı. Karşı daire. Çapraz apartman. Az ötedeki 

site. Herkesin gözü üzerimizde. Her yerden görünüyordu mutfak penceresi. Ve Sevil de gününün çoğunu orada geçiriyordu. Bazen bakarken yoldan geçenler de bana bakardı. Aniden göz göze gelirdik. Bazılarının yeşil gözleri vardı. Korkardım. Göz göze gelemezdim. Bazılarının sarı, kahverengi, siyah saçları gözlerinin önüne geçerdi göremezlerdi. Sevil’i koruyamayan perdenin ardına saklanırdım 

fırsattan istifade. Sevil bıkmış bir sesle kızardı bana. Garip olan hala bana katlanabiliyor olmasıydı. Beni nasıl kabullendiğini bile anlayabilmiş değildim. Kaç yaşımdaydım, şimdi tam olarak bilemeyeceğim. Çok düşük puanla girdiğim üniversiteyi terk edeli olmuş birkaç yıl. İşsizim. Üstelik ölesiye nefret edilecek kadar çirkinim. Karışık saçlarım, kalın ve birbirine bitişmiş kaşlarım, ergenlikten kalma sivilce izlerim… Hala çıkmaya devam eden sivilcelerim, 

alalarım... Bir erkeğe göre kısa -bir atmış- boyum ve benden önde giden göbeğim... Yani annemin 

bütün kız aramaları avarelikten dediğim yıllar…

Sık sık odamın kapısı çalınırdı. İlk zamanlar umutlanırdım. Bir an bir misafirim var sanırdım ve her seferinde kapıdan içeri kır saçlı, göz kenarları kazayaklı, dudağına doğru sarkık derili ve dökülmüş dişleri her kelimesinde kendini belli eden annemin kafası uzanırdı. Müsait misin oğlum, ana oğul iki kelam edelim, derdi. Oturur ve her seferinde en son ne zaman ana oğul konuştuğumuzu düşünürdüm. 

En fazla iki gün geçerdi aradan. Buyur ederdim anneme saygısızlık olmasın diye. Birkaç hafta geçmişti annemin ana oğul konuşma huyu başlayalı. Ama her seferinde aynı konu üzerinde farklı karakterle oynardık oyunu, bana göre bir oyundu. Sonraları alıştım tabii, kapı her çalışında kapıdan içeri uzanan suratın şeklini, o mahur suratı, rica minnet kabul edildiğini belli eden utancı, kafasında kurduğu teklifleri ısrarları sunuş biçimini, her şeyi tahmin edebiliyordum. Oğlum diyordu, sen benim tek çocuğumsun, bir anne oğlunun mürüvvetini görmekten başka ne ister? İyi de anne derdim... Annem suratıma bakar ısrarıma karşı bir açıklama beklerdi. Devamını getiremezdim. İyi de, der, devamını beklerdi. Susardım, bu sefer iyiden delilenir, sesini yükseltirdi. Benim torun sevemeye hakkım yok mu yahu, yaşıtlarım toruna torbaya karıştı, ben hala oğlan başı beklerim derken yataktan iner terliklerimi giyer, kapıyı da çarpar giderdi. Gider gönlünü alırdım. Sümüklü Naciye‘ye gittiğinde “O kızı evvelden tanırım, pisti biraz.” deyip geçiştirmeye çalışmıştım da anında “Kızı ben yeni görüp geldim, pek güzel salınıyordu. Maşallah, akıllanmış, büyümüş, eskisi gibi değil artık.” diye ısrara girişmişti. Bunun gibi 

olaylar art arda iki ay sürmüştü. Annem iki ay boyunca bulaşıkları heyecanla yıkar, komşunun kapısına koşardı. Samiye teyzeyi koluna takar, Samiye teyzenin bilmem nereden duyduğu kıza bakamaya giderlerdi. Eve gelir gelmez kapımı çalar ve her günkü muhabbete girişir ve bütün olayalar anlattığım gibi tekerrür eder dururdu. İlk zamanlar makul isteklerde bulunup Sümüklü Naciye’ye, Kara Fatma’ya, Deve Kuşu Mercan’a giderdi. Son zamanlarda özenle mahallenin güzel kızlarını seçiyor, imkansıza doğru adımlarını izlediğimi düşündüğüm günleri gösteriyordu bana. Bugünleri de mi görecektim, Sevil mahallenin en güzel kızıydı. Sınıf arkadaşıydık ilkokulda. Bir sene de aynı sırayı paylaşmıştık. Sınıfın oğlanları bir bir kavga ederlerdi Sevil için. Sevil her seferinde hiçbirinin yüzüne bakmaz, kestane rengi ve ışıl ışıl parlayan saçlarını sallayarak ve o koca gözlerini kısarak gelir, hemen yanıma sıramın diğer ucuna otururdu. Her seferinde ben kazanmış hissederdim kavgaları. Büyük bir heyecanla izlerdim Sevil'i. Omuzlarımda tarafsızlığın verdiği kazanma hissiyle de birleşince bu sevinç katlanırdı da katlanırdı. Çok yumuşak huylu biriydi Sevil. Genellikle çevresindeki çoğu kişi ile arası iyiydi. Başarılı bir öğrenciydi aynı zamanda. Sabırlı da biriydi. Hocaya sormaya çekindiklerimi ona sorardım, o da bana sabırla anlatırdı. Kolay kolay sinirlenmezdi. Ama sinirlendi mi gözü hiç bir şey görmezdi. Annem her zamanki gibi odama gelip onunla görüşmeye gittiğini söyleyince ama anne, demiştim. Annem bu defa itirazımın devamını dinlemeden ekleyivermişti. Sevil seninle görüşmeyi kabul etti. O gün bütün gece sorgulamıştım. Acaba neden kabul etmişti. Sevil okumuş, avukat olmuştu. Geçen hafta bir doktor gelmiş, kabul etmemişti. Zaten ondan önceki hafta gelen mimarı eve bile sokmamış diye duymuştum. Annem bana sormadan her şeyi halletmiş, isteme gününe kadar ayarlamıştı. Anlayamadığım bir çok şey içinde merasimler olmuş bitmişti. Ben sorgularken bazı 

şeyleri, nikah masasında evet dediğimin bile farkına varmamıştım. Ben hala Sevil'in benimle neden görüşmeyi kabul ettiğini düşünürken Sevil'le evlendiğimi nikah sonrası annemin beni Sevil'in arkasından gitmem için dürttüğünde fark etmiştim. O günden beri düşünürüm Sevil'in benimle neden evlendiğini. Sevil’in bıkkın sesi hala kulaklarımda çınlar. “Hala ne düşünüp duruyorsun öyle pencerenin önünde?” diye.

Yine böyle bir gün ellerim suratımda pencereden dışarıyı izlerken Sevil aynı ses tonu, aynı bıkkınlık ve aynı sözcüklerle seslendi bana. Zihnimde çığlıklar atan sesim kısık bir sesle onun duymadığını sanarak “Benimle neden evlendiğini…” dedi. Bu son damla bardağı taşırmıştı. Ve Sevil içindekileri kusmuştu 

sonunda. “Bu paranoyak tavırların yüzünden hayatı ikimize de zindan ettin. Ne var sanki kendine biraz güvensen, bana güvensen, sevgime güvensen ne var, anlamıyorum ki... sürekli kafanda kuruyorsun. Ben yoruldum.” İlk kez o demişti kafanda kuruyorsun diye. Kapıyı çarpıp çıkmıştı. Yarım saat sonra geri dönmüştü gözleri nemli. Ben demişti, gidiyorum. Sen kuruntularınla da devam edebilirsin hayatına.” Bir şey diyememiştim giderken. Evden bütün eşyalarını toplayıp çıkması sadece 

yarım saat almıştı. Ona harika bir hayat sunamamıştım. Hiç saatlerce valizine ne koyacağını düşünecek eşyası olmamıştı. Tek bir valiz vardı yanında tıngır tıngır giden. 

“Kafanda kuruyorsun.” diyorlar. Kuruntusu mu kalmış bu işin. Sevil'i görmeyeli iki ay oldu Hakim Bey. Bu bizim ilk ve belki de son mahkememiz. Ben Sevil’i kaybetmekten korktuğum için kaybettim....