"bütün sevişenlerin zor dakikaları vardır

hepsinin o zamanlarda benzeşir davranışları"

İsmet özel



girdim emlakçıya. yedi tepeli kentin tepeselliğinden nasiplenerek, yorgun argın. bu kentin varoşlarında, vakitsizliğe vurgun olarak geçirdiğim kaç zamandır; gri saçlarını rüzgarlarda savurmayı seven, elleri ceplerindekiler üzerinde yalnızlığım salgın? peki ya, bırakıp geldiğim için arkamda kimler dargın! tanıştıklarımla yaşanmışlıklarımın karmaşıklığını biliyorum ve niye geldiğimi bilmediğim bu yerde, tüm bunların görüngesel döngüselliğinde düşünüyorum. sonra da, derinleri, dalma isteği depreştikçe bende, karanlıklaşan ben(lik) üstü mevzuya, bir günlük ömrünü harcayacak bir şey bulmuş gibi, kelebekleme dalıyorum. ‘bu kente ne için, neden gelmişim? bilecek kadar yaşayamadım daha’ diyorum. en azından onu biliyorum. bilecek kadar yaşayamadığımı bilince, anlıyorum ki, bile(ne)cek zamanlarım da gelecek. gelecek bu kentte biraz konaklayarak şekillenecek. o zamana kadar diyorum, ‘bilmek için, galiba, hep yalnız olmak gerek.’ yalnızların iş başvurusu yaptığı meslek. kendini yola verip, yolla evirilip çevrilmek. katarı nereye götürür bilmeden, bir trene yükleyerek, üzerilerinde uzaklığıma vurulan adım yaz(g)ılı, yapılırken özleri başkalaştırılarak, tabiatın mekaniğine tersliği aşikarlanmış eşyalarımı, başkalığını özümsediğim bir istasyondan, vagonun dışarıya açılan ayyıldızlı camından, yerkürenin o çok sevdiğim kaybolmuş da bulunamamamış puzzle parçaları gibi duran boşluk dolu bakir(e) mekanlarını izleyerek, meraklılık aşkıyla bir başka istasyona gitmek. inince kalabalığı süpürülmüş bir istasyonda, beni, geleceğimi bilmeden karşılamaya gelenin tek başınalığım olacağını bilmek. onun; eşdeğerim gibi sanki, yanı başımda olduğunu hissetmek. kendini bile bulamayan bir körebe gibi, kurdun kuşun hakkını da ihmal etmeden, bu kadar birini yakalamak düşü biriktirerek, ara(n)dıktan sonra, beni anlatacak kadarlığa getirecek, anlayacak bir başka, neden içinde olduğunu bilmediği hayatını ortaya koyan. bulamayarak bu hayat saklambacında sonra. neyimi öğrenecektim ki, tek başınalığımdan başka! ama insan tek başınalığını, körebeliğinden birini yakalayamayıp da saklambaçtan atıldıktan sonradan anlıyor. tek başınalık, bir gün sen geleceksin de o atılacak gibi tende gölge misali kiracı. ve kendine çevrik bir ayna. oradan açabiliyor insan, ruhunu görülemeyenler muhteviyatına, mevzuatına ve sonralarında makamına. 


geziniyorum kaç zamandır, yerleşikleşemediğim bu kentin sana çıkmazlarında. ‘bir sokak biçimiyse yaşama şekli kentlerde’ diyorum. ‘neden bu kentte, her sokak, kendinden beklenen yerlere açıl(a)mıyor?’ hemencecik; 'ben senin aradığını bulmana yardım edemem, üzgünüm' der gibi kendini bir çıkmaza vuruyor? çıkmazları kimler, niye üretiyor? tabiat, kendi topraklarında hüküm sürerken, biz insanoğlu onu henüz sahiplenmeye cesaret edememişken, yerküre üzerinde çıkmaz diye bir şey var mıydı? bir yolcu, ne zaman yolu(nu) bulamasa, - yoldan da medet kesmeden, - düşeceği tek çıkmaz; yürüdüğüm bu yolun doğrusallığına neresinden ulaşabilirim sorusu olmaz mıydı? ne zaman göçebelikten yerleşikliğe, birleşikliğe geçti insanoğlu. ne zaman yapılar inşa etmeye başladı. yerleşiklikle birleşiklik boy atınca içinde, çıkmazlar da o zamanlarda başladı. çıkmazlara düşmek, insanoğlunun sonradan kendi kendine kurguladığı bir oyun galiba. insanoğlu, çıkmazları(nı), tanışıklı dövüşüklüğü eskilere dayandığı için, bir yaşam(a) biçimi olarak kabullendi sonrasında. o kadar ki artık, kendi çıkmazlarımız yetmiyormuş gibi, bir de yaşam(a) biçiminin meydana serdiği çıkmazlarla uğraşır olduk, şu, kuş uçuşu değeri olan hayat akışında. 


çıkmazlarımla bir çıkmaza varınca ben, oradan tek başınalık aynama bakıyorum o zaman. diyorum ki; 'ey ayna, söyle bana, benden daha çok yalnızlığını ifşa eden var mı, bu cihanda?' diyor ki; 'sen bu kadar acımasızca yazarsan yalnızlığı(nı), nasıl olabilir, bir ikinci, senin gibi bir yürek simyacısı!' ayna da, kırılmasın bendeki aksi diye, beni tutu(klu)yor aklı sıra. sanki, benliği beni aşan, anlaşılamadığı için yalnız kalmış başka yürek simyacısı yokmuş gibi hayatta. peki diyorum aynaya; 'halkı fillerden kurtarmak için aksak timur' a koşan, anlaşılmadığından dem vurduğundan kara(nlığa) kaçanına ters binen nasreddin gibi başka çözüm yolu bulamadığımdan, -belki de insanım, hata yapma payım var ya , o yüzden işte. mesela kazara!- ben de hayatın akışına ters, gönlümün yüzüne düz koşar adımlılığımda, fiillerden kurtulmak için çıktığımda hayat - ı huzura, neden yanımda ol(a)maz bu alem - i dünya?' 'sen bunu bilemezsin' diyor ayna. yaşarken, bunun için geçiyor zati hayatın yollarda!’ 


çıkmazlarım koynumda, dilimde yorgunum lafının ayakta durmama hasametiyle, çıkmazlardan zor bela çıkınca. kafam aynadaki bulanık görüntülerden karmakarışık bir halde. 'ya medet yol(culuk!)' diye içime yolculuğun başındayken kendime söz verdiğimin peşinde, yola devam ederek; 'bu kentte sana açılan yolları nasıl bulabilirim?' diyorum aklımın topografik haritasına. varınca, aklımın izinde sürünerek yürüdüğüm yollar sonralarında, bu eşdeğeri karşısından kendine bakan kentin denizine ve deniz girince yollarla arama; 'kendini yırtanlara kızmadıkça pür(üzsüz) olan sular, niye bu kenti ikiye bölüyor acaba?' diye düşünüyorum. yoksa işi mi bu ? ayrılıklar denizlerle başlamıyor ama. bir kara parçası bir diğerini ne kadar özler? hasretliği birazcık dindirir mi insanoğlunun yaptığı köprüler! denize bakıyorum. diyorum ki; ' deniz(lilik) nedir?' anlamlar yükleyemem ben aslında denize. çorak topraklardan gelmiş bozkır kokulu biri için, bir denize anlam yüklemek zordur. denizi alıp denizin içinden, bir ana yakıştırdığım zaman anlamlandırabiliyorum ancak. ‘benim’ diyorum, ‘bu kentte iki yakamın birleşmemesine sebep denizse şayet ve denizse kavuşamamamıza eden dirayet, çözüm de aslında sadece ondan ibaret.’ bunu bildiğim için denize yakın bir ev istiyorum. o sebepten de, yüzüme gülümseyen, evlendiricim, emlakçının dükkanından içeriye giriyorum. emlakçı da biliyor müşterisinin ne olmadığını\ne istediğini. sevmiyorum aslında emlakçıları. sen bu kadar biriktir, o kumbaranı kırsın hemencecik. insan sarrafı bu adamlar. tanımadan da biliyorlar bir insan nelerden bahsedilmesinden hoşlanmaz. bir şeyler sormuyor önceleyin. sözü bana bırakıyor. olası cevaplardan arındırıp soruları ben de, (en)direk giriyorum, biriktirdiğim kısa kelimeleri kurgulayarak isteğime. 


- bir ev istiyorum. içimi yakalayamayan m0r(t)uzaklarımı kızağa çekeceğim. 


- sonrasında da, biraz kendimi denizle demleyip, terbiye edeceğim. 


 - bakalım tahta bedenimde tuzu, ne tortu bırakacak? diyorum.


- size uygun iki oda bir yalnızlık bir evim var. ne zamandır elimde. boş eve kira veren yok bu aralar diyor. emlakçı.


ya da, ikimizin yaptığı olağan bir rutin konuşma bana (b)öyle geliyor. nedense son zamanlar(ım)da düşündüğümü anlamak gibi bir saçmalığa kapıldım. emlakçının dediklerini de kendi düzeneğime uydurup içselliğimde, öyle yontuyorum düşselliğimde. peki emlakçı aslında ne dedi. onu da bilmiyorum. yol bu diyorum. bir durma biçimiyse bazen, ben o yüzden bu adamın yanındayım. ne derse yapmazsam, nasıl görebilirim sonrasını? birazcık daha yolculuk bu galiba olsa olsa. ‘içime yolculuk yapıyorum’ diyorum. ‘her yontarak biçimlendirdiğim konuşmada.’ yola çıkartan ne ise beni, bunu da o yapıyor biliyorum. yoldayken çizilen, kesilen yerlerimin sebebi de o. beni sızlatan da o. bu sızı ne zaman geçecek, ne edecek. ne zaman karanlığı göreceğim. yaşarken bunun bir sonu var mı? yoldayken, ötesini göremeden, sorular sormak sonla ilgili, aslında çok saçma. ama aklımı bazen durduramıyorum. konuşuyor, sorular soruyor. sonra bu soruları sanki ben sormuşum gibi, kendime çıkışıyorum. ‘nedir’, diyorum. ‘sen böyle sorular sorarsan kendine, nasıl gidersin, sonunda kendine kavuşacağın bu yolların bitimine?’


kiracısıyım artık, peşinden yürüdüğümde bana emlakçının gösterdiği bu evin. evleri de hiç anlamam. insan kendi bildiğini, bir başkasının tasarladığı evde nasıl yaşar? ben tabiatta ararken kendimi, zor oluyor tanışıklığımız, alışıklığımız uzun sürüyor. kafamı(n içindekilerini) sokacak bir yer sadece işte diyorum. ama içindeyken daralıyorum. başıma yıkılacak gibi geliyor, içine koyduklarım. eskiden evlerde, evin tam ortasında bir direk olurdu ya, ben de üstüme yıkılmasın diye bu ev, kendimi altına dayak veriyorum. bak diyorum. bir evin direği de olmak varmış serde! ev de ev olsa, pencere var kulpu yok. bir konuğun geldiğinin zevalsiz elçiliğini yapmadığından, salt eve giriş çıkış aparatı olarak algıladığım, kullandığım bir de kapısı var, olsa ol(ma)sa. kendi kendime konukluğa gelip akşamları, bir kadeh tekel konyağı ikram ediyorum kendime. içkiyi de çoğalttım bu aralar. içe dönüklük için içki bir katalizör müdür? algısal tepkimelerimi hızlandırıp, katlanırken sonlarına ben, o nasıl oluyor da yanımda olamıyor? ‘boş versene’ diyorum, ‘neresindesin sen konunun?’ içerken, çok benlikli içinin yanımdalığından ümidi kesip içkinin, bir tek iç' e sahip, bir insana meyilleniyorum. yusuf ile şivekar gibi, mahmud ile yezida gibi, kendini bir başkasının bedeninde aramak düşüncesi, kendime çevrik yolları ararken bulduğum bir tansık. o ki hayli zaman oldu, usumda bir ayrıksılık. nasıl yusuf' un masalı yusuf ile başlamıyorsa, araya şivekar katılıyorsa; ben de birazcık senden katsam şu kısa hayatıma, ne kadar yanlış yaparım, söylesene bana? ‘arandım mı’ diyorum sonra, 'dönendim mi bir başkasının bedeninde acaba?' zira kim istemez ki; tek arkadaşı yalnızlığı olan benimle karşılaşınca bir yol çatalında, ilk kandaşı(m) olma?


yürürken ben, bana çıkacağından medetimi kesmediğim yollarda, denize varınca, o da tabiatın bir parçasıysa, o zaman, benim denize bir yol gibi bakmam yanlış mı ama? hiç bir zaman kuruyamayan, kendiliğinden ıslak bir parçaysa deniz, tabiatta; kurtulmak için bu düşsel arayışta(n); 'üzerinden yürünmeli, içine girilmeli' diyorum. ama yürüyerek üzerinden içine girmek denizin, öyle kolay bir iş değil. deniz demez mi ben yürümek istesem, bütünselliği bozulmasın diye, dalgalarının kıvrımlarına basmamaya çalışarak üstünden. 'tanımadan beni, çiğnemek de neyin nesi görüngülerimi?' 'insanoğlu değil misin?' diyor bana. 'bu tez canlılığın bir gün seni de güldürecek diye sebepleniyorsun hemencecik sularıma.' 'dur hele' diyor bana. 'oturup karşılıklı iki kelam edelim. sen bendeki deryaya bak, ben de senin içindekileri göreyim.' 'sonra açılasın' diyor. 'bakı(şı)nca kamaşacağın gerçeğime.' 


denizle bakışmak için kıyılılığına diyecek yok. evet ama kentlerde bir göçebenin yaşamasına da imkan yok! göçebelik onurlu bir iş en azından. yaşamak için bir nedenin olabiliyor göçebeyken. ama göçebelerin tanrı vergisi yaşam şekli, kentlerde düş mafyasının kat(ış)ma değerine sulandığı karşılıksız bir düş seneti oluyor. birikmesin ellerimde ipotekli düş senetleri diye, tüm yaşlarım boyunca; hayat içinde takdir önlemi bozarsa, evet ile hayır arasına da belki sokulduğunda felaket gelirse; evet dedim kendi kendime. kentte yaşamaya hayır! güvenlik önlemleri almadan ruhum için özgürlük sadece göçebeyken var. dünya malına yan gözle bile bakmadan akışmak. çöldeki bir kum gibi, çölden payıma düşeni almak. çölden payıma düşenin manevi değeri çok. ama kumun da bu kentte, cebimden çıkardığımda; 'sok onu cebine, sen tanrı misafirisin' dedirtecek kaderi yok. ceplerimde kum gibi, tam zıttına akışkan kelimelerimden başka bir şeyim olmadığından, bende de, bu kentte aslan geçinen parasal değer yok! zati şimdiye kadar parayla aram iyi olmadı hiç. dünya malının muhabbetini kalbine koymayınca başlıyorsun yola. yolculuk çok hırpalayıcı da, yoldan dönmek, ara(n)dığından dönmek bir anlamda. dönemiyorum ben de işte. belki beni bulurum diye aradığım seni bulurum diye, ömür törpülüyorum yollarda. sana çıkınca yollar birden bir martının kanatlarındaki denize amors duruşumun üzerinden. peki o zaman neden? neden seninle başlıyorum o andan itibaren! halihazırda okuyanı sensiz de oyalayarak devam eden bu yazınsala? herkes biliyor aslında. bir zaman sonra, ne anlatırsam anlatayım, sözü sana çıkaracağım illa! 


sen ! ben tam bir durma biçimi geliştiriyorken düşlerimin içinden aniden çıkagelen. gelip de ne iyi eden! durmama bir durak perspektifi yerleştiren! peki ya bu bana verilmiş sana dönen pervanelik maslahı nereden? seni de tam olarak bilemiyorum. benden ne zaman giden, benliğime ne zaman giren? aşk sözcüğünden yalnızlıkla ayrıştırıp adımı, 'sensiz anlamsızım' denilen sevginin tadına bakamadan, düştüğüm bu yollarda; 'beni çok sevenler oldu değerlerini bilemedim. insan hep kendi sevdiklerinin değer(ler)ini bilir ya, benim bilme payıma o bile düşmedi.' desem sana. ‘gel ikimiz sarılalım, bak sonumuz kara toprak’ desem. sarmaşıklaşır mısın benimle? sorusunu sorunca, bu kentte attığım voltaya tutunamayan aklım elçiliğiyle sana. sen geliyorsun, ellerinde kelimeler demetiyle sonrasında. öyle çok öngörü yüklüyorsun ki sırtıma, yüküyle dolaşık dolaşan ben; sırtımdakinin ağırlığına katlanamayarak, bu günün sonrasında gelecek ikinci günü, sana sığınarak, senli geçecek bir ikinci gün(müş) gibi düşünsem. insanoğluyum rüzgarlıktan payıma düşene merakım bitmiyor. sensiz bir üçüncü güne uyanışta buluyorum bedenimi. sonra bakamıyorum senli geçen ikinci günümün mutluluğuna. işte böyle böyle birbiri peşi sıra takılıp gelip gidiyor (mu?), günleri(mi)n sağanağı . . .


sen gelince, ellerindeki bin bir çetrefilli kelimeyi cümlelere dökmeden, susmayı tercih ederek. denizin sularından ayaklarımı karaya çekiyorum. sızıya tuzlu su basmaya ara verip, sana açılıyorum. dolaşıklaşırken tahta bedenim senin deryalarında, ne zaman senden bahsetmeye başlasam, ne zaman aklıma senlilik gelse, ne zaman, 'bütün sevişenlerin zor dakikaları vardır\hepsinin o zamanlarda benzeşir davranışları' der gibi, birbirimizin nereye kadar!' larını kalkındırmak için bedenlerimizde, anlamlı kelimelerimizi aramıza koyarak, sevişerek benzeşmek istesem seninle, genç kızların hatıra defterlerinde adı geçmemiş bir toy mehtaplığı garson getirip koyuyor tek kişilik masama. şuursuzluğumda parantezli ek ya. işte bu sebepten su gibi koyuyorum onu sonra, o olmadan mayışmayan rakıma. alıyorum bir yudum bu kekre tatlı rakıdan. yanında bir dilim kayı(t)sı(zlık) mezem de. içmeye başlayınca aklıma toyluk zamanlarım geliyor. gençlik elden ne çabuk gidiyor? gençlik işte, giderken bile gürültülülüğünü vurgulamak için bağıra çağıra gidiyor. yalnız' a varmak için önüne geleni yakıp yıkıyor. seslerden başka bir şey yok içinde aslında. dünyanın sesi doluyor her gün içine gençken. o kadar aksak bir ritim ki içe akseden dünyadan. neresinden, hangisinden takılmalı hayata bilemiyorsun. şaşkınlığıyla akışkanlığını sarmalamış bu zamanlarım, beni de şaşırtarak bir süre böyle devam ediyor. bu arada okul yılları da, 'elde sermaye bir ah' diplomasıyla çerçevelenerek bitiyor. peki ya sonrasında? toy mehtaplıkla birbirimize yazdığımız, ‘kırmızı pazartesi' lerde yolladığımız, sahibine ulaş(a)mamış mektuplarımızı alıp vererek ayrıldığımızda. hayata daha kaçamak gözlerle bakamadığım(ız)da! herkese, görünce mutlu olduklarını bildiği bir yüz dağıtmış, bu sebepten de, gönül çelenliğine her seferinde, her bir başka aşkta çelme atılmış rüzgarlı bu kentte, dilinde; “eğri büğrü bakar oldum, şaşkın oldum, sakar oldum\ikide bir gönlümü dağa taşa diker oldum\şunca yıldır karanlıkta göz kırpmaktan bıkar oldum\benim annem şeker annem gençlik elden gitti gider\gece gündüz dolaşırım, düşünürüm tenhalarda, menhalarda\canım benim güzel annem bir solukluk izin ver\analık hakkınla bağlama beni\aşk dedim, sevda dedim, umut dedim, kavga dedim\elimde gençliğim vardı onu verdim, neyleyim?” türküleri olan, `yalnız` bir yabancı(lığım) geliyor aklıma. kentin rüzgarına mı takılmışım? sorularla başladığım için mi yolculuğa bu kentteyim? peki ya neresindeyim rüzgarın, nerenin rüzgarıyım? bilmediğimden, bilenemiyorum sebepler aradığım hayat(ım)a da. 


sonsuzluğunu kavrayamadığımız bu cosmosun gördükçe gerçeğini anlamsızlaşan zamanlarında, sensizliğe, seni düşünerek, - ahmaklıksa en şiddetli fakirlik, içime işleyen yalnız ıslatanından ahmaklaşmış bir halde, - bir ‘rüya apartıman' ının altına sığınarak ara verince, diyorum ki; ‘çok oldu bu. bak hem denizi de unuttun! içindeki sızıları onunla mı kurutmuştun!’ ‘hatırlıyorsan kalburun üstünde kalan taşlar gibi ellerinde kalan, birazcıklığı aşikar hatıralarınla dolu dolu geçmişini, yaşadıklarından çıkardığın bir anlam varsa şayet, kendine biçtiğin yazgının getirdiği yere, dönerek geriye, sar(malayarak) şu, aslında eski ama bu kentteki yeni halini, dön evine. hoş ısınamasan da, ıslanmazsın en azından evinde. radyoda, 'salyangozun hikayesi ' vardır belki, arkası yarın saatinde.’


dönünce, seni arayarak geçirdiğim zamanlardan sonra evime. denize dönüklüğümle, masmavi sulara dalıyorum günle(rle). ‘sular’ diyorum. ‘galiba, şu aralar benim sızımı giderici antidepresanlığa gebe.’ sızıma su bas(t)ıyorum. tuzla sızı anlaşıyorlar eskiden beri tenimde. onlar kaynaşıyorlar ama olan bana oluyor. doğurganlıklarının eriyik haldeki acısı bulaşıyor, duvarlarını yalnızlıkla boyadığım odama. sonra kapıcı bile gelmiyor, insanlılığı paylaşmaya. evden dolup taşanları taşıyacak kadar değil henüz çöpçüler. hatıratlarımda kayıtlı tutma cesaretini gösterdiğim ama acı hep acı verdiği için dillendirme seçeneğini seçmediğim yalnız geçen evvel zamanlardan sonra; 'şunun şurası kaç (z)aman? daha buradayım,' diyorum. bakınca, artık hepten yok olan yalnızlık odama. ‘takma kafana’, diyorum sonra. ‘gelenler gelmeleriyle ne yaptılar ağlatmaktan başka?’ ‘sen tenine bak,’ diyorum. ‘o ki; yakın ufkun.’ ‘sızını biraz geçirdi mi bu tuzluluğun?’ ‘galiba geçiriyor’ diyorum. yoksa nasıl yaşar(a)dım, ağlardım, kalırdım buralarda. ‘biraz daha anlaşırsa’ diyorum, ‘suyla bedenim -ki o da tahtalaşarak yaşlanmakta.- ‘bir adım daha kendine geleceksen, açıl’ diyorum, sulara. ‘at atlas yorganına adımını, sokul ıslak koynuna.’


şairin; 'suda yürüyebiliyordum bir aralık\her faninin kendi mucizesi vardır\kendini şaşırtır en azından\herkes biraz elçisidir tanrının' dizeleri aklımda, - akvaryumda bir balık suyun efsunlu gerçeğini bilerek, okyanusmuş denizmiş ayırmadan, su sudur diyerek, nasıl suskun yaş(lan)ıyorsa kendine verilmiş (ca)mekanında,- adım atınca ben de, bir bezirganın akvaryumunda mıyım, yoksa kendi hüzzamlığımın makamında mıyım düşünerek, puslu kıtalar atlasında pusulasız gezinen bir garip yolcu gibi denizin ayağımın değmesiyle durulup yırtılan sularına. o da artık tabiatımın bir parçasıysa, benim onun içinde kaybolmam yanlış mı ama? 


kaybolunca, ‘ne biriktirdiyse derinlerinde demlendirerek biriktirmiştir’ diyerek, diplerinde denizin, her (t)arafım atlas libastan bir mavilikle doluyor. denizin biriktirdiği her ne var ise onların ruhları, eski bir düşte yeni bir uyanış, yeni bir doğuş için bir bekleme salonunda bekleşiyormuş gibi etrafımı sarmalıyor. bir kalabalık furyası, neyi beklediği belirsiz bir kuyruk sokumu sanrısı. sağımda solumda vücut arayarak bekleşen ruhların sesleri o kadar boğuk bir çoklu koroluk sergiliyor ki, kulaklarım zonkluyor. denize dair gördüğüm ne varsa donuklaşıyor. ‘benim payıma hiçbir şey diyen bir cümle mi düşecekti’ diye düşünürken, bir amfora gerçekliğini takas ediyor, kalabalıktan uzak bir tenhada, içinde kalmayanın ruhuyla. o zaman anlıyorum, ellerindekilerinden fazlasını isteyecek kadar cimriyse denizin içinde kaybolmuş bir ruh, deniz onu zenginliğin tuzağına düşürerek, çok seçenekliliğin şaşkınlığıyla cezalandırıyor. tıpkı kendi elindekinin arkadaşlığıyla yetinen gönlü zenginleri tek seçenekli yoksulluğun güvenli sığınağında koruduğu gibi. deniz diyorum, önceleyin kendi kendini anlamayan, çokluk peşinde koşanlara ne kadar da cimri. deniz diyorum gene. galiba aldığı şeyi vermekte en çok direnen. kendine gelenlerin değerini en çok bilen. kendi mahsullerine, her yaşam mutfağında, insanların algısal damak tadlarına göre yer veren! korsanlardan, uzak seyrüseferlerden çıkagelen kaptan-ı deryalardan, bu coğrafyanın diyarlarını kendilerine yeni memleket seçtikleri için, farelerin bile kaçmasına fırsat vermeden içindekilerle sularına gömülen uzun direkli, pupa yelkenli gemilerden, insanoğlunun, kendine ait olan suyun üzerinde durma yeteneğini göz ardı ederek, bir başkasını yok etme hülyalarına kapılıp savaşarak batırdıklarından, boğuntulu odalara tahammül edemedikleri için, yalnızlığını ayağına bağlayarak sularına atlayarak boğulanlardan, bir hiç uğruna boğdurularak sularına atılanlardan aldığı ruhları saklayarak renklenen. içine, benim gibi kendine çevrik yolları ararken girmeye cesaret edenlere, en iyi bildikleri şeyin ruhu hakkında tek bir üst benlik veren. 


yalnızlığımın ruhsal malvarlığının taşınmazlarını denizle paylaşıyorum. denize verdiklerimle aldıklarıma bakınca uzun uzadıya bakınca dış bükey bir perspektiften. çarpıyor ansızın yalnızlığımın esrikliği gözüme o anda. o zaman anlıyorum, insanoğlu tarafından organik bileşkesi dışında tanınamamış bir deniz, neler verebilir kendi dilinde konuşan, münzeviliği aşikar bir benliğe. her bir öykünün başlangıcı ne kadar olağansa, bitişi de o kadar şaşırtıcıdır. kelimelerle uzun uzadıya, anlarla kısacık bu öykünün bitişinin ben de yarattığı şaşkınlıkla anlıyorum ki; her bir sorularak arananın da sadece bir cevapsal bulunanı vardır. 


aklımda, gördüklerimin bana verdiği cevabın bende bıraktığı soluksuzlukla çıkınca, zifir saçların gibi kara(r)lar(l)a, koynundan atlas yorganın. ıslaklığı tenimde. kuruyunca ve sonra ansızın ısıtan bir kış güneşinde. anlıyorum, bakınca o an kendime. artık eskisinin bir üstüne atlamış, yeni bir yalnızlık ellerimde. ‘yalnızlığı kar edinmişim, dert bende ne (z)arar? ellerin mekanı bana yurt olmuş, bir sen içinde ne arar?' diyerek, so(la)n sözlerime diziştirip kendiliğimi, ‘hep yalnız’ ı söyleyerek kapatıyorum tek kişilik matinemi. zira bu kara(nlık) filmden sonra birazcık uyku zamanı gelmedi mi?


ah, bu yalnızlık bir gün beni öldürecek. zannediyor musun ki; yalnızlığı(nı) iyi bildiği için, bu kadar zaman eşdeğerini yollarda arayarak, anlamlı tek kelimeyle karşılaştırıldığında değeri olmayan bu cümlelerin burasına kadar gelmiş sevgili yalnız okur; seni onulmaz kahkahalarla güldürecek?


moristanbul çetelesi önce-si-