Konuşmaya, susmaya, ağız dolusu gülmeye ve ardından ağlamaya...

Var olduğumu hatırlamaya, vicdanımla oynanmaya ardından gelen pişmanlığa ihtiyacım vardı.

İhtiyacım vardı beni seven biriyle konuşmaya.

Geçmiş zamanda olsa sevmiş birine.

Ucundan yakasından da olsa değmiş birine...

Tuhaf şey şu ihtiyaç denilen illet.

Yoksa tuhaflık benim duyduğumda mıydı?

Neden ben de bir ayakkabıya, fiyakalı bir paltoya ya da en güzelinden ipek bir fulara ihtiyaç duyamıyordum?

Oysa ne güzel hissettirirdi o ilk adım, ayaklarıma, yeni bir ayakkabıyla.

Artık yeni olana ilgi duymuyor, elde olanı da gözden çıkarıyordum.

Bakmıyordum rengine, boyuna, posuna, iyisine kötüsüne...

Yetmiyordu düşünmek için günler, giyinmek içinse fazla geliyordu bir gömleğim.

Eğer deli gözüyle bakmasalar onu bile üzerimden atabilirdim.

Ben atsam onlar giydirirdi.

Bizde adettir giydirmek gömleği bir deliye.


Biraz olsun konuşmak istiyordum beni gerçekten sevmiş olanla.

Ne kadar olduğuyla, ne olduğuyla ilgilenmiyordum.

Geçmiş mi geçmemiş mi; şimdi mi, bitti mi?

Mühim değildi; kadın, erkek, çocuk veyahut bir hayvan oluşu

Hatta razıydım bile altında dinlendiğim ağaca ya da ufacık bir dalına.

Kıracak olsam da kökü var, diyordum. Gövdesi var.

Ya senin neyin var?

Sahi neyim var benim?

Bir ev, bir pencere.

Balkonu bile yok bakınacağım

Üstelik o bile ait değilken bana.

Aidiyetimde olan ne vardı diyordum?

Tek bir seveni bulamayışımı, üstelik razıyken artık sevilmiyor oluşuma, işte o zaman anlıyordum, bir çiçeğe dahi sahip olamayışımı, herkese doğan güneşin evimden kendini esirgeyişini.

Güneşin bile elini eteğini benden çekişinden anlıyordum.

İstemiyordu o da sevilmemi.

Aksini bir türlü içimde iddia edemiyordum.

İçinde iddia edemediğini kendine ispat edemiyor insan.


Anlıyordum!

Hiç sahip olamayışımı bir hayvana.

Bir kuşa sahip olamadım diyordum, ne demek bildiğimden bir yere sıkışmışlığı.

Bir balığa sahip olamadım diyordum, bildiğimden boğulmayı

Belki öğrendiğimden boğulmanın yaşamaktan sayılmadığını.

Bir kediye sahip olamadım diyordum.

Benden daha nankörü yoktu çünkü.

Onu kendimden daha nankör olmakla suçlayacaktım, biliyordum.

Hatta içimde yokmuşçasına onda olandan, nankör diye salacaktım namını.

Sanki bir tek ona yakışırmış gibi nankörlük.

İnsan nankördür, ben nankörüm değil!

Kediler nankördür diye çıkaracaktım adını.

Kuşun kafesine, balığın suyuna, kedinin nankörlüğüne yoktu tahammülüm.

Hepsi benim içimdeydi.


Sahi neyim vardı benim?

Sevilmeyi mi istiyordum yoksa?

Sevilmek için sevmek gerekmez miydi?

Tamam, tamam! Bu klişeyi burada hemen bitiriyorum.

Sevmek gerekmezdi biliyorum.

Sevilmek için sevmek gerekmezdi.

Yoksa bunca insan aynı çatı altında nasıl eksilmeden çoğalıyor, gülüşmeden konuşuyor, sevişmeden doyuyordu ve hatta bir de dönüp sırtını uyuyordu.

Eğer kabul etseydim bunu, herkesin sevdiğiyle seviştiğini sanacaktım.

Sanki gerçekten sevişenler birbirlerini hiç sevmemiş gibi olacaktı.

Yazık olacaktı!

Önce onlar kızacaktı bana, sonra ben kızacaktım kendime.

Gizli sevişmelere ihanet edecektim.

Gerçekten sevişenler çoğalamazlar, eksilirler.

Bunu not edin bir kenara.

Nerede bir eksilmiş görürsen bil ki sevişmiştir gerçekten.

Bundan belki de tek bir seveni bulamayışım

Bir çiçekle dahi sevişmiş olamayışım.

İhmal vermemişti, imkan verememişti, ihtimal verilmemişti.

Eğer bu kadar şeyi içimde yaşamış olmasaydım,

Canlandırmasaydı zihnimde, köpeğin boynundaki tasma bir intihar ipini,

Bastırsaydı balığın mahkûm olduğu su, kana kana susadığım bir özlemi.

Hatırlatmasaydı kuşun kafesi, mahkûmiyete ihtilal gerektiğini.

Bulacaktım ben de elbet

Eksilmeye razı, eksiltmeye razı olduğum birini,

En basitinden bir çiçeği, solmuş dahi olsa bir çiçeği,

Yeniden diriltme ümidiyle de olsa sevecektim.


Yalnızlık bile değildi benimkisi

Yalnızlık tercihen bir lükstür kalabalığı emrinde olanlara.

Benimki kimsesizlikti.

Öyle yoktu ki kimsem, bazen seveceğim bir varlığı, belki hiç var olmayanı bulmak için günlerimi harcardım.

Sonra o harcadığım günlerde tekrar hatırlardım hiç aranmayarak kimsesizliğimi.

Kimsesizlik kadar kavuşmak da tuhaf bir illet değil mi?

Herkes gibi bende sadece kavuşması mümkün olana kavuşmayı isteyip sonra kavuşması ancak hülya olan bir şeye kavuşmuş gibi yapıp kandırabilirdim kendimi.

Diğer insanların yaptığı gibi sınırlayabilirdim dizginleri.

Olanla yetinebilirdim varsa eğer bir olan.

Sınırı aşmak ilk kimin aklına geldi?

Kimden kaldı bu lanet miras, kim öğretti haddinden fazlasına göz dikmeyi?

Hadi oradan ben de!

Kavuşmak bile imkan işi.

Zihnin imkanı, zihnin kendini kandırmaktaki becerisinin imkanı.

Görememe ihtimali bile ancak kavuşanların korkusu, üstelik lüks de bir korku

Onlar hep bir daha görememek var deyip yine de kavuşurlar

Oysa kavuşamayanların ihtimali görmektir.

Bir daha görmek var ihtimali.

Bizler görme ihtimali ile yanıp tutuşur, yine de kavuşamayız.

Belki bundandır kavuşamayışım ve üstüne bir de hiç konuşamayışım bir sevenle.