Ninenin tadı tuzu kaçmıştı. Yaşlı ve görmemeye direnen gözlerinde bir acı perdelenmişti, düzgün göremese de yüreğini yakan bir dalga oradaydı; duvara asılı olan çerçeve, içinde bir fotoğraf, gülümseyen yüzler. Gördüğü buydu. 

Bu bir aile fotoğrafıydı. Kızı, damadı, torunları ve şeytan yüzünü görsün kocası vardı. Hepsi gülüyordu. Ağızlar maymun gibi kocaman aralanmıştı, gülüyorlardı.

“Gülümseyin,” demişti fotoğrafçı. Enerjik ve komik bıyıklı bir hergeleydi ama yakışıklıydı da. Nine bunu çok iyi hatırlıyordu. Ulan demişti kendine, böyle yakışıklı erkekler hiç beni arzulamış mıydı hayatımda? Sprusuna kendisi gülerken hergele basmıştı o iğrenç makineye. Çarpık, önden kırık dişleri parlamıştı. Herkes güzelken nine çirkin bir liseli gibi çıkmıştı.

“Yak onu,” diye tutturmuştu nine. Bağırırken ağzından takma dişleri fırlamıştı. Daha bir utanmıştı.

Herkes ninesinin ne kadar şirin çıktığını falan gevelemişti fotoğrafta. Özellikle o damat denen şeytan yok muydu? Yakışıklı şerefsiz. Kızını ayartıp kendisinden çalmış bir şeytandı, evet, o bir şeytandı işte. Gözleri mavi, sarı ve uzun boylu, çene boyunca uzanan keskin hatları bir okyanusa akarcasına mağdur, dik başlı model suratlı şeytan.

“Çok güzel çıkmışsınız,” demişti damadı. Herkesi nasıl da kendi tarafına çekmişti edepsiz.

Kocası denen gavat ne yapmıştı. Esnemişti. “Karı, güzel çıktın işte abartma.”

“Nine çok güzelsin, dişlerin tavşan gibi.” bunu diyen torunuydu. Oracıkta boğazlaya bilirdi veledi. Nine bunu içinde hissetmişti.

Kızının yerden alıp uzattığı takma dişlerini ağzına soktuğunda çenesinden bir ses yükselmişti. Herkes gülümseyip neşeli olmak konusunda provalı aktörler gibi parlak, beyaz, göz alıcı dişlerini göstererek gülmüşlerdi. Adi şeyler.

Nine inadım inat birisiydi ama nerede vazgeçeceğini bilen biriydi de. İçindeki öfkeyi tekmeleyerek çantasını alıp hışımla dışarı çıkmıştı. Evde sardığı ucuz tütününü çantasından çıkartıp otlanmaya başlamıştı ki bir kedi gelip sürtünmüştü kilotlu çorabına. Kırmızı ayakkabısını giymişti o zamanlar. Çok iyi hatırlıyordu. Hatırladığı bir diğer şey kediye attığı tekmeydi; miyavlayıp, kuyruğunu götüne sokup topuklayan kedi biraz da olsa neşesini yerine getirmişti. Adi şeyler.

Kocası nalları dikeli çok olmasına rağmen ilk defa görüyor gibi fotoğrafa baktı nine. Fotoğrafın çekildiği zamanlar ölü anılardı, yenileri akıp geçmiş, kırıntılar bırakmıştı üzerinde. Oturduğu koltuktan kalkmak için bile deli uğraş vermesi gerekiyordu ninenin. Yaşlılık iğrenç bir şey diye düşündü. Nazlanıp hayıflanacak birisi etrafında olmayınca da aşırı sıkıcı bir eyleme dönüşüyordu.

En azından torunu yanında olsa canını sıkabilir, zor söylediği kelimeleri anlamadıklarında mahcup aptal suratlarıyla dalga geçebilirdi. Ama yalnızdı işte. Bakıcı denen edepsiz kız da gitmişti. Kısacık mini etek giymiş, ağzında sakız, elinde telefon. Nesil ölüydü. Ama harbi taş kızdı bir yandan. Herkesin peşinden koşup çiçekler satın alabilecek biri.

O boktan fotoğrafın neden hala duvarda kaldığını düşündü nine. Oysa çoktan çöpe atması gerekmiyor muydu? Nefret ediyordu o fotoğraftan. Neden atmamıştı çöpe. İşte orada anıların sinsi oyununa maruz kaldığını düşündü. Yaşlanmıştı sonuçta. 

Anı denen şey yaşlı bir fahişeydi. Canı isteğince cilveli oluyordu, istemeyince siksen götünü kaldırmıyordu.

Nine buna sinirlenmişti. Koltuktan kalkmaya çalışması bir on dakikasını almıştı. Bir iskelet gibi hissetmişti kendini, her hareketinde kocaman sesler çıkmıştı her yerinden, sanki kuklacının inatla ayağa kaldırmaya çalıştığı bir kütük gibiydi. Ama becermişti.

Yaşasın bana!

İri kıllı kaşları çatık, çizgili ayakları, yere kök salmak isteyen bacakları bir devin yavaş hareketleri gibi ileriye atılmıştı. Aferin kız sana, bunlar kendineydi.

Yaşlanmak cidden boktan bir şeymiş. Bazen insan unutuyordu yaşlı olmayı. Nine fotoğrafı almak için uzandığında bunu hissetmişti. Elleri uzanınca, parmakları çerçeveye dokunca anlamıştı götü devirmiş biri olduğunu.

Fotoğraf ellerindeydi. İlk de bir balgam attı kendi suratına. “Aptal şey,” dedi. “Bir boku beceremiyorsun ve hala oradasın adi şey.” 

Sonra yere çaldı.

Çerçeve paramparça olmuştu.

Neden bu fotoğrafını sevmediği aklına gelmişti ninenin. Ağzında iğrenç bir tat bırakmıştı bu kocaman neden.

Hayatında yarattığı her şey bir korkunun maskesinden bakmaktı nine için. Orada pusuya yatan nedensizlikler bataklığında tutunabileceği tek şey mükemmel bir yaşamdı kendisi için... En azından algısı yeterdi.

En küçük planda sapmalar korkutucu bir girdabın başlangıcı, sessiz yargıların pazarlıkçı sesleriydi. İstenmeyen şeyler...

Hatırasında papatyaları beraber kopardığı arkadaşı gelmişti.

“Seni kimse sevmeyecek,” demişti arkadaşı.

“Neden,” diye cevap vermişti nine.

“Sevmiyor yaprağını kopardın da ondan aptal.”

“Ama bu sadece bir oyun.”

“Sen öyle san, annem babamın sevgisini böyle yaprakları kopardığında anlamış. Ertesi gün babam sevdiğini söylemiş anneme. Ne sandın!”

“Ama ben yanlış bir şey yapmadım ki!” diye bağırmıştı nine. Kimsenin sevmediği haylaz bir kız olmak istemiyordu. Babası o yüzden mi eve hep sarhoş ve sinirli geliyordu acaba?

“Ama yaptın işte. Eğer sevgiye layık olabilseydin yanlış yaprak sona kalmazdı dimi?”

Nine yanlış bir şey yapıyorum hissini o andan beri hep peşinde, ensesinde hissetmişti. Ondan kaçmak şöyle dursun ona sarılıp her şeyi doğru yapmakla eşdeğer bir yaşam benimsemişti.

İşte o yüzden o fotoğraf canını çok sıkmıştı. Diğer aile fertleri gibi güzel ve alımlı gülümsemek yerine çarpık dişli aptala benzeyen bir sırıtışla dikilmişti.

“Adi fotoğrafçı,” diyerek ayaklarıyla kırık çerçevenin üstünde tepindi.

“Senin yüzünden.” Ağzında tekerleme tadı verene kadar tepindi sövdü.

“Hepsi senin suçun!”

Ayağa kayıp düştüğünde kalçasından çıkan ses ile nefesini salması bir oldu. Öylece tepeye baktı; ahşap evin eskimiş boyasını izleyince kahkaha atmaya başladı.

Yaşlılığın bir kötü şeyi de gülünce osurmaktı.

Nine osura osura güldü.