SEVMEDEN ÖLMEK
Biliyor musunuz? Mesele o değil. Hep dönüp dolaşıp aynı yere geldik. Ama öyle değildi hiçbir şey. Kendisine uzun gelen bir yolculuk sonrası rahata erdi. Artık hiçbir şey yapması gerekmiyordu. Öylece durabilirdi. Artık ömrü nihayete erebilirdi. Gerektiği kadar ağlamış, gerektiği kadar gülmüş, kavgayı da kahramanlığı da tat- mıştı. Şimdi gelmesi gereken tek bir şey vardı: ölüm. Mis gibi bir çay koydu bardağa, o eski plağı yerleştirdi pikaba. “Ömrümce hep adım adım, her yerde seni aradım,” diye titretiyordu o ses...
İç çekti hafızasına nefes yollayarak. Hatırlamaya çalıştı ilk zamanlarını...
En nihayetinde mahalle okulunda okuyan bir kız çocuğuydu. Zengindi, cebinde diğer çocuklara ayıp olmasın diye sakladığı çi- kolatalarıyla gezerdi. Herkes teneffüse çıkınca çikolatayı yeme planları kurardı. Ama sınıfta illa bir kişi hep kalırdı. O çikolata cebinde hep erirdi. İlk çocukluk anısı tebessüm ettirdi kadını. Mü- zik çok güzeldi, “Ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım,” diye devam ediyordu. Açtı, anılarını kurcaladı. Kendini seven bir adam aradı, muhakkak vardı, o hatırlamıyordu. Düşündü durdu; sıra arkadaşı, iş arkadaşı, ev arkadaşı... Yok, işte kendisini bir seven olmamıştı. “Tamam,” dedi, “hatırladım. Ne beni seven oldu, ne ben birilerini sevebildim.”
“Peki,” dedi, “niçin?” Mavi gözlerini düşündü, ufacık ellerini,hisli halini... “Aslında güzel sayılırım,” diye geçirdi içinden. “Niye kimse sevmedi beni?” Üstelik o da kimseyi sevmemişti. Hiçbir yüzün ifadeleri aklına kazınmamıştı. Bazı erkek yüzleri hatırlıyordu fakat hiç birimin yüzünü tamlayan ifadeleri aklında değildi. Mesela: kızınca hangi gözü daha çok kısılır, gülünce tabiatın hangi parçası gözlerine yerleşir? Bir güneş gibi yakıcı bir sıcaklığı mı besler? Bir rüzgâr gibi anlamlı derinlikler mi saçar, bir ağaç gibi ferahlatır mı bakarken? Elleri mesela nasıldır hareket halinde? Uysal ve şefkatli mi, kızgın ve hiddetli mi? Sevinci peki? Sevmediğinin gözlerini, ellerini, kızgınlıklarını ve sevincini na- sıl hatırlayasın?
“Sevmeden ölmek yok,” dedi
Şarkı bitti...
“Meryem Hanım... Geç kalmadan çıkalım? Vapura gecikme- yelim.”
Elleriyle koltuktan destek almak istercesine dayandı. Yaşlı sayıl- mazdı, fakat genç olduğuna kimi inandıracaktı. Yüzünde derinle- şen çizgiler, soluk rengi, hastalıkla bakan gözleri...
“Tamam Ayşe. Geliyorum,” diyerek yerinden kalktı kulağında hâlâ az önce dinlediği şarkı yankılanıyordu. İçinden hâlâ mırılda- nıyordu.
Burası ne kadar sessiz değil mi? Unutulmuş bir sokak, insanla- rın kendine çizdiği gizil dünya. Beraber bu kaçıncı yolculuğumuz, kim bilir? Az bir zaman kalmıştı belki tam olarak iyi olmaya belki de ölmeye. Sevilmem gerekiyor diye geçirdi içinden sevilirsem bel- ki iyi olurum.
“Ayşe, insan sevilirse iyi olur mu?”
Şaşırmıştı. Toplamda altı aydır yol arkadaşı olmuşlardı. İlk defa böyle bir şey sormuştu. Heyecanlanmıştı da. “Çok mu belli oluyor,” dedi. Daha doğrusu ilk kez günlük rutin konuşmalarının dışında birkaç kelime çıkmıştı dudaklarından. Tereddüdü sesinde gizli, konuşmaya başladı.
“Yani Meryem Hanım, sevmek önemli bir şey. Herkes de öyle demiş ya...”
Meryem tebessüm etti. Herkes öyle dediği için mi güzeldi sevmek? Hislerin bile bu denli öğrenilmiş olması üzdü onu.Yavaş yavaş hastaneye doğru ilerlediler. Bu sondan ikinci ke- moterapisi olacaktı. Yaşamaktan bıkan hayatı olduğu halde ku- caklayamayan insan var mıydı acaba burada? Şimdi ise yaşamak umuduyla savaşıyorlardı. Kemoterapi koltuğuna oturdu, bunlar geçiciydi, inanıyordu. Ayşe hemen yanındaki refakatçi koltuğundaydı. Çantasından çıkardığı kitabı eline aldı, okumaya koyuldu. Meryem’e sevgiyle baktı. Çok uzun zamandır tanımıyordu onu. Ama şimdiye kadar yardım ettiği, yanında çalıştığı çoğu insandan çok daha gerçekti. Duyguları gerçekti bir defa, hayatı sorarak yaşıyordu. Büyük bir neşesi vardı, birden sönüp gidebilecek kadar da uçucu. Bir şeylere üzüldüğü zaman, gülmekten alıkoymazdı kendini. Aksine gülüşleri olurdu, kafasını dağıtmayı pek severdi. Bir kadının bir kadına, bir insanın bir insana nasıl âşık olabileceğini ona bakınca anlıyordu. Arzu da sevgiyle gelen bir histi. “En son hangi adama bu masmavi gözlerine gökyüzünü doldurarak bakan kadına dokunduğum gibi dokunabilmiştim?” diye düşündü. Başını sağa sola salladı. Bu sallantıyla sanki düşüncelerini sarsmak istedi. Düşündüğü ayıp bir şey miydi? Günah mıydı? Tekrar baktı ona, bir kez daha baktı. İnsan olmak galiba beraberinde tanımlama gayretini de getiriyordu. Sevgiyi, aşkı, dostluğu tanımlama gayretini. “Bunun sınırını ilk kim belirlemiş ki,” diye düşündü. Sevginin çe- şitlerindeki sınır çizgilerini kim çizmiş? Bunun bir ressam olmadığını düşündü. Çünkü böyle keskin çizgiler bir sanatçının elinden çıkamazdı. Onu bir dostu olarak çok seviyordu, bir âşığı olarak çok seviyordu. Dupduru varlığını seviyordu. Konuşurken belki de hastalıktanki onu hastalandığı dönemde tanıması böyle düşündürüyordu- nefesindeki durakları seviyordu. Az sonra söyleyeceği cüm- lelerin mahiyeti her ne olursa olsun yürek rahatlığı veren sakinlikle söylemesini seviyordu. Ellerini de çok seviyordu onun. Baktı, sol elinde damar yolu açılmıştı. Solgundu elleri... Ama ne kadar da pü- rüzsüzdü. Parmakları uzundu, konuşurken elleri hep anlattığının başkahramanıydı. Onları katmadan hiçbir cümleyi bitiremezdi. Çok kez tutmuştu ellerinden, yardım etmek için... Yataktan kalkarken, midesi bulandığında banyoya koşarken... İç sesini, o çok sevdiği sakin, boğumlu, heyecanlı ses böldü.
“Ayşe... Defterim yanında mı? Biraz bir şeyler yazsam kafam dağılır.”
Ayşe bunu tahmin edebiliyordu. Birini sevince ne isteyeceğini bilmek zor olmuyordu. Genelde yardımcı olarak çalıştıklarının eş- yalarını unuttuğu için hep azar işitirdi. Ancak, Meryem’in defterini de yanında getirmişti. Demek ki gerçekten işini severek yapmaktan daha kuvvetli bir duygu varsa o da sevdiğin insanla herhangi bir şey yapmaktı. Küçük odada iki adımda Meryem’in yanına erişti. Meryem yorgun bir tebessümle sordu.
“Getirdin mi kara kutuyu?”
“Getirmez miyim? Yazmak istersiniz diye düşündüm.”
“İyi düşünmüşsün. Yazarım tabii... Yazarım,” dedi.
Önce birkaç bir şey yazacak oldu, üstünü karaladı. Az önce annesiyle konuşmuştu. Kimse hasta olduğunu bilmiyordu. Uzun süren seyahatlerinden biri olarak varsayıyorlardı. Gezgin olmanın bu tarafı güzeldi. Uzun süreli yok olmaları dikkat çekmiyordu. Ayşe’yi de Ankara’ya geldiğinde kendisine yardım etmesi için bulmuştu. Annesinin sesini duymuş, ona muhteşem bir İsviç- re seyahatinden bahsetmiş. Daha önce gördüğü Mavi Göl’ü yeni görmüşçesine anlattı. Ama tam da ikna edememişti annesini. Sesten çıkan nefesten mi anlıyordu bu anneler bir şeylerin yolunda gitmediğini? Sorduğu sorunun saçmalığına hafifçe güldü. Evlatlar, annelerinin bir parçası değil miydi? Tıpkı eli gibi, kolu gibi, kalbi gibi... Ciğeri gibi. Evet ciğeri. “Bana bir şey olsa... Nasıl da yanar gül yüzlümün ciğeri,” dedi içinden. “Saçmalama Meryem! İyisin, iyi olacaksın. Mutlusun,” dedi, “seveceksin.” Kalemi eline aldı. Yazmaya başladı.
...
“İnsan ne zaman tamı tamına mutlu oluyor diye düşünüyorum şu sıralar. Tam hissedemeyen hangi insan mutluluğu eksiksiz yaşar? Bir şey oluyor, mutlu oluyorsun. Ama hiçbir mutluluk çengelsiz değil. Aklının ucuna illaki o mutluluktan çıkarıp süzebileceğin bir hüzün takılıyor. Bunlar ‘temkinli mutluluklar’ işte... Tamı tamına, dibine kadar mutlu olmamızı engelleyen o vücudumuz dışındaki kontrol mekanizması. Çok heves edersem olmayacak, çok âşık olursam gidecek gibi. Hayatı kararında yaşamaya niyetliydim. Ben mutluluğun ucunu kaçırsam daha doğrusu mutluluğun da değil, benim mutluluklarım kuvvetli umutlardır. Daha gerçekleşmemiş olanlar. Gerçekleşmiş mutlu anlar üzerine tekrar tekrar düşünürsem muhakkak yüzümü düşürecek bir yanını bulurdum. Çünkü hayatı gözümle sineği takip eder gibi yaşıyordum. Dikkatli ve odaklanmış... Gözümü kaçırırsam yerini kaybedecekmişim gibi gözlerimi kendi yaşamıma dike dike yaşadım. Siz bilmiyorsunuz bu hissi, zorlamayın zaten bilemezsiniz. Siz, yani benim dışımdaki insanlar bilemez. Ben de sizin dışınızdayken sizin hislerinizi bilemem.
Bildiğim tek bir şey var. İnsan kendini biricik, başka bir çevrede belki de çerçevede zannettiği sırada çaresizlik ve acı herkesi birbiri- nin aynısı yapıyor. Acı karşısında yüzümüzün çizgileri bile birbiri- ne benzemeye başlıyor. Yüzü daha değişik olan insanlar, yüz çizgi- lerini acılarla değil gülüşlerle edinmiş olanlar. Dikkatli bakın, daha dikkatli! Acının insanın yüzüne bıraktığı çizgiler, içten içe ağlama hali, hep aynıdır. Böyle dilinle alt dudağını tekrar tekrar kontrol et- mek, dişlerini birbirine sessizce vurdurmak ellerinin çaresizce oya- lanmak için bir şey araması gözün yaşarmaması için baktığımız yeri değiştirmek hiç bilmediğimiz hastane raporlarına içinde sıkıntılı bir umutla bakmak... ‘Niye beni buldu?’ içsel konuşmaları, sizin geçeceğiniz yoldan geçen insanlara hüzünle bakarken aynı hüzünlü bakışlara maruz kalacağınız gerçeğiyle sarsılmak... Bunların hiçbi- ri koynunuzdan çıkıp giden sevgilinizin ardından olmuyor. Onun için rahatlayın, hayata farklı ifadelerin sahibi olmak için gülerek ba- kın. Bırakın sizin yüzünüzdeki çizgileri herkese aynı eseri bırakan amansız acılar değil de herkesten farklı çınlayan kahkahalar çizsin. Bırakın, bırakın sevdiğiniz kadın başkasını sevsin, bırakın sevildiğinizi zannederken sevilmemiş çıkın, hayal kırıklığı yaşayın. Ölmeyeceksiniz ya! Ya da zaten ölümlü dünyada ölümün daha yakın olduğunu bilerek yaşamayacaksınız ya!
İşte, benim bütün acım ve korkum bunun için. Vaktin daraldığını biliyorum. Bütün vakitler elbet bitecek de şuradan şuraya yolun var dedi mi birileri, yürümek gelmiyor içimden o yolu. Belki yol hiç bitmez umudunu kaybediyoruz. Yaşarken ölmeyeceğimiz düşüncesini kaybediyoruz daha ne olsun?
Şimdi, senin en büyük derdin ne, hâlâ sevilmek mi?” ...
Kalemi bıraktı elinden, zaten bitmişti ilaç... Böyle yazdığında kendine de kızıyordu hafiften. Çok umutsuz geliyordu yazdıkları. “Şu defteri baştan aşağı bir okusan on ayrı kadın yazmış gibi dersin,” diye iç geçirdi. Bu iç geçirme en büyük ve gönülden görevi Meryem’i izlemek olan
Ayşe’nin gözünden kaçmamıştı.
Birkaç gün hep böyle yorucu oluyordu. Bu süreç Ayşe için de zor oluyordu. Meryem kusuyor, iştahsız kalıyor, ilacın yan etkile- riyle boğuşuyordu. Günden güne hafif gelmeye başlayan saçları bir sonraki seansla yeniden dökülüyordu. İşin zor kısmı saçların değil, umutların dökülmesiydi. “Belki yanlış yaptım, aileme söy- lememekle,” dedi. “Elimi tutarlardı, güzel günlerimizi hatırlatırlar- dı bana, yaşanacak olan güzel günlerimizi anlatırlardı. Bunlar bir bitsin, tek gezginlik yok. Ben nereye annemle kız kardeşim oraya,” dedi.
“Babamın ölümüyle ben de bıraktım onları... Kaçtım ve dünyanın şehirlerinde aradım huzuru, tanımadığım insanların gözle- rinde yeniden apayrı bir hayata başlama gayreti bulmaya çalıştım. Belki de bu hastalık bana bir cezaydı. Görmezden geldiğim sorum- luluklarım göze almayınca gönlüme yük olmuştu. Saçmalıyorsun Meryem!” Kendi sesiyle kendi iç sesini azarladı.Hastalanmak niçin ceza olacaktı? Küçücük çocuklar da görüyordu hastane odalarında. Ne cezası? İnsan işte, anlamlara sığdırmaya nasıl da meraklı hayatı. “Ama artık öyle olmayacak. Yapmadıklarımın sorumluluklarını başıma gelenlere yüklemeyeceğim. Benimle var olanları da yanıma alarak eskiyle yeniyi iç içe geçiren bir hayat kuracağım,” diye düşündü iç sesi kısılırken.
Çok uzun değil, kısa da sayılmaz. Ama birbirinin aynı olduğu için tutmadığım günlerin zamanından sonra Ayşe ile doktorun kapısındaydık. Elimizde raporlar. Odaya girdiğimizde hastane ko- kusunu daha çok almıştım. Koku yoğunluğunun korkuyla bir bağı olduğunu düşünmeye başladım. Verdiğim raporları inceleyen dok- torun yüzünü de ben inceliyordum. Doktorumun yüzünden anlam çıkarma sanatı. Hah işte tamam! Bu defa yırttık! Gözlüklerinin altından bakıp kalemi pes edişe bırakmadı.
“Meryem, şimdi tam anlamıyla sevinebiliriz,” dedi Sevinebiliriz sonrasını kulaklarım duydu ama anlamadı. Kaliteli yaşam, kullanılacak ilaçlar, motive edici cümleler... Bunların güzel şeyler olduğunu ağzı kulaklarında Ayşe’nin yüzünden anlayabiliyordu. Dişleri ne kadar da beyaz diye düşündü Meryem... Onu hiç böyle incelememişti.
Hayat, çıkış adımlarıyla şimdi yeniden başlıyor muydu gerçekten? “Büyük kararlar alıp yepyeni bir hayata başlayabilecek miyim?” Düşüncesi belirdi kafasında. Yok, unutacaktı belki de çektiklerini unutacak, yeni hayatının konforuna yine alışacaktı. İnsan alışmak konusunda kusursuzdu. Belki de insanın tek kusursuz özelliği bu olabilirdi. “Eee, ben de insan olduğuma göre,” dedi... Sonra boş verdi. Kendisine yüzüne çarpan rüzgârın ılıklığı ile sarılan Ayşe’yi kucakladı. “Eve gidelim, çay içelim, yemek yiyelim üç hafta sonra ilaç alacağımı düşünmeden!” diye ekledi...
Yemekler, çaylar, hikâyeler, her şey renklenmişti. Ayşe baktı Meryem’e, onun mutluluğunu kutluyor, kendi vedasına üzülüyor- du. Artık bitmişti. Meryem telefonu aldı, annesini aradı.
“Anneciğim, geziler tümden iptal. Geliyorum yarın... Ya dizinin dibinde keşfedeceğim hayatı ya da senin dizlere kuvvet. Artık her adımı üçümüz atacağız,” dedi.
Şaşkın, memnun heyecanlı anne sesi şimdiden sarılmıştı evladına. Annelerin sarılma mesafesi yoktu çünkü.
“Her şey tamam Meryem Hanım... Artık çıkabiliriz. Ben de buradan ailemin yanına gideceğim,” dedi. Meryem, onu inceledi. Kendisinin mavisine destek olan kapkara gözlerine baktı. “Bana yaptığın yardım değildi. Yoldaşlıktı, dostluktu. Sen benim ailem oldun.”Sessizlik ve minnet birbirinin kardeşidir. İki kadından biri sessiz, diğeri minnet doluydu.
Söylemek, dünyanın en cesur eyleminden bile daha cesurdu. Sessizliği cesaretine tezat sesiyle böldü Ayşe, “Meryem Hanım, insan sevilirse iyi olur.” Meryem bakışlarını yoldan Ayşe’ye çevirdi, hafif şaşkınlıkla sordu, “Nasıl?”
“Bana sormuştunuz, hastaneye gidiyorduk, ‘İnsan sevilirse iyileşir mi?’ diye. Ben de gevelemiştim. İnsan iyileşir. Siz iyileştiniz çünkü. Ben çok sevdim sizi.”
Meryem’in gözleri şefkat ve sevgiyle büyüdü. Ellerini tuttu Ayşe’nin, minnetle baktı ona. Cesareti nefesinden alırcasına soluklandı, tekrar Ayşe, “Ama nasıl sevmek bilmiyorum. Belki dost gibi sevmektir, belki aşk gibi sevmek... Huzurlu bir sevmek...”
Ona baktı Meryem... Dinlediği şarkıyla hatırlayamadığı yüzler tamamlanmıştı.
“Sevmeden ölmek yok,” dedi.
( Pencere Kenarındaki Öyküler)