Belirsiz bi süre önce yerel halkın göç etmesi sebebiyle ıssız kalmış bir köydeyim. Arada çekesi tutan internetimle, erişebildiğim iki radyo kanalı eşliğinde yazıyorum bu satırları. Kanallardan birinde Türk Sanat Musikisi ağırlıkta olduğu için kendimi şanslı sayıyorum. En çok Zeki Müren denkgeldiğinde durumdan hoşnut oluyorum.  


Bazen de pencereden boş evleri izleyerek ezanı dinliyorum. O zamanlarda imama çok üzülüyorum, burada kalmak zorunda olduğu için. Bir de muhtar var tabii, hiç kimsenin muhtarı.  


Hiçliğin ortasında ürpermemek kayıtsız bir ruh gerektirir. O halde imam da muhtar da çok umursamıyor olsa gerek -en azından benim onları umursadığım kadar.  


Bir yerde rüzgar börtü böcek kuş sesi dahi olmaz mı? Yok arkadaş yok, çıt çıkmıyor buralarda. Kafayı yedirtecek bir sessizlik var. Başta İstanbul'da maruz kaldığım gürültülerden sonra şifa gibi gelir diye düşündüm. Dürüstçesi birkaç on dakikadan fazla katlanamıyor ruhum. Kendimi mırıldanırken, ritim tutarken, radyo dinlerken, çekirdek çitlerken buluyorum, baş kaldırı. 


Yapabilseydim bu donuk sessizliği kavanozlara doldurur İstanbul'a taşırdım, o zaman nadide olacağından kıymetlenir de kıymetlenirdi.  


Güzel sesleri de güzel insanların varlığı kadar severiz, onları biriktiririz. Bazen sessizliği duymak istiyorum ben, atmosferi koklamak istiyorum. Manzaraları değil hiçliği izlemek istiyorum. Güzel insanlar değil insansızlık deneyimlemek istiyorum. O yüzden buradayım, biriktirdiklerim arasında kaybettiklerim için. Biriktirirken kaybolmamak için.