Etrafımda toplanmaya başlayan kalabalığın içinde gördüğüm yüzlere baktım yavaşça. Tanıdık bir gülümseme görmeyi umarken sessizleştim ve ben bekledikçe yükseldi zincir sesleri. Bu seslerin, toplanan kalabalığın içindeki insan sayısının da arttığını gösterdiğini biliyor, geçmişimden tanıdığım bir sima bulma ihtimalinin bile beni yerime mıhladığını zor da olsa fark edebiliyordum. Esmer tenimin güneş altında geçirdiğim saatleri belgelemesi gibi karşımda duran bunca insanın teni de yokluğumda geçirdikleri anların armağanı olan kırışıklıkları taşıyorlardı üzerlerinde. Onları izlerken yaşadığım hiçbir anın bedenimden silinip gitmediğini fark ettim ilk defa. Her mutluluğum gözlerimin içindeki ışığa saklanıyor, her yorgunluğum ise derimin çizgilerine sığınıyordu. Onların da bakışları aynı benim gibi geçmiş ve geleceği aynı anda özlüyor, üzerlerinde bulunan bu ağır kütlenin varlığını ayaklarındaki zincirlerin acısıyla karıştırarak kendilerini anın yokluğuna teslim ediyorlardı. Kalabalığa ilk defa seslenecek olduğumu bilmenin verdiği hareketsizliği üstümden silkelerken zar zor konuştum.

“Gördüm” dedim ilk önce. İnsanların arasında başlayan fısıltıların bitmesini beklerken anılarımı da aklımda canlandırıyor ve gerçekliklerinden emin olmadan konuşmamak için kendimle büyük bir savaş veriyordum.

“Gördüğüm yerleri tarif etmem anlamsız artık ki anlatsam bile ne diyeceğimi bilmiyorum size.”

Kimse dediklerimi anlamlandıramıyordu, yüzlerindeki ifadeden bile görebiliyordum nasıl da büyük bir hayal kırıklığına sürüklendiklerini. Onlara baktıkça tam göğüs kafesimin arasında bir yerin ısınmaya başladığını sezdim. Gördüğüm yüzlerle aynı hayatı paylaşmış gibi hissediyor, bu tanıdıklığın uzaklığı içinde kendimi nereye koyacağımı şaşırıyordum. Durduğum meydanda çocukluğumdan hatırladığım, derme çatma sarı evlerinden bazılarının hala ayakta olduğunu görebiliyordum. Rüzgârın hafif darbeleriyle üstümdeki gömleğin dalgalandığını ve beni bulunduğum yerde olduğumdan daha hareketli ve heybetli gösterdiğini seziyordum. Karşımda yan yana durmuş insanların bir topluluğu temsil ederken yalnız olduklarını, kadınların peçeleri ardında kurdukları hayalleri ve erkeklerin kırışmış yüzlerinin içine dolmuş onca acıyı görebiliyordum. Ancak uzun bir vakit geçtikten ve sarı kuma yansıyan renklerde anılarımın canlandığını izledikten sonra fark ettim ki artık kaçışım yoktu, anlatmak zorundaydım.

Nasıl buradan gittiğimi, nasıl geldiğimi ve aradığım şeyi bulup bulamadığımı öğrenmek için sabırsızlandıklarını gözlerinin içinden etrafa yayılan o parıltıdan anlayabiliyordum.

“Nasıl geri döndün?” diye bağırdı arkadan oldukça yaşlı bir adam. Bakışlarından ve ses tonundan beni tanıdığını sezdiysem de kim olduğunu anlamama imkân yoktu. 

“Dönme vaktim gelmişti, bütün yollar burada bitiyordu zaten. Yolculuğumun son günlerinde ayaklarım yavaş yavaş kendini bu tarafa doğru çevirmeye başlamıştı.”

“Nasıl geldiğini söylemedin yine de,” diye bağırdı bu sefer genç bir kız.

“Bilmiyorum çünkü.”

Konuştukça önümdeki kalabalıkta yavaş yavaş kaybolduğumu ve anılarımın içinde hapsolmaya başladığımı hissettim, artık durmak için çok geçti, başladım.

“Buradan nasıl ve neden çıktığımı ben bile uzun zaman boyunca anlamadım, en azından anlamadığıma inandım. Bir gün beni yatağımdan çıkarmaya gelmiş, bu şehrin sınırlarına kadar taşımış dört tane peçeli kadın bana bakarken uyandım o gece. 14 yaşında bir çocuk için görmesi ağır olan o rüyalardan birini görüyordum yine. Nereye taşındığımı ve neden evimden çıkarıldığımı sormaya bile kalkmadım, sessiz kalmayı öğrenmiştim ne de olsa burada geçen onca yıldan sonra. Belki sizlerden biri o gece bana bakan gözlere sahipsiniz, bilmiyorum. İçlerinden birinin elimden tuttuğu görece uzun bir yürüyüşle kum yığınının ortasında bizi bekleyen bir kamyona bindirildim. Gecenin karanlığı kadınların hepsinin kimliğini saklıyor, onları nefes alan birer gölgeye dönüştürüyordu. Arkada saklanmış, kamyonu her kim sürüyorsa bizi gitmemiz gereken yere doğru götürdüğünü ummaktan başka bir şey yapamıyorduk, gerçi onların ne düşündüğünü ve umduğunu anlamak mümkün değildi ama ben durumun bu olduğunu sezmiştim. Yolda geçen saatler boyunca kimse ne konuştu ne de doğru düzgün hareket etti. O gecede var olabilmeyi ne denli isterdim tekrardan, tüm umutlarımla neyi umut ettiğimi bilmeden o yola girmeyi ne denli isterdim… Yolculuğumun güzelliği ve heyecanı nereye gittiğimizi bilmiyor olmanın yarattığı sorularla karışıyor ve beni bekleyen her neyse sadece acele etmek istememe sebep oluyordu. Bilmiyordum, belki kaçırılıyordum. Belki de daha önce görmediğim acımasızlıkları bana yaşatacak insanların eline düşmüştüm ki hepinizin sırtında duran kırbaç izlerinin de kanıtlayacağı gibi bunu yapmaları oldukça zordu. Belki bu yolculuk boyunca yapmam gereken tek şey durmaksızın bağırmak ve kaçmayı denemekti ama yapmadım. Yolculuğumuzun ne kadar sürdüğünü bilmiyorum, gecenin karanlığı yerini tekrardan hayallerin var olmasına izin veren maviliğe bıraktığı zaman hiç bilmediğim bir yerde, hiç görmediğim bir gökyüzünün altında buldum kendimi. Arkamda kalanları düşündüm ilk defa o an, gerçi arkamda kalan yoktu diyebilirim sanırım. Kim olduğumu ve kimin çocuğu olduğumu hala daha bilmiyorum. Bizi topladıkları o evden böyle bir hırsla kaçmam bu yüzden belki, kendimi bulmak istiyordum, birinin olmak istiyordum. Düşüncelerimin içinde kendime öyle bir çadır kurmuştum ki kamyon durduğu sırada elime tutuşturulan kâğıdın varlığını bile çok sonradan fark ettim. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken kamyonun arkası açıldı ve beni buraya kadar getirmiş dört kadın bir bir aşağı indi. Hepsinin bana baktıklarını gördüğümde bu yeni dünyaya ayak basma sırasının bana geldiğini anladım. Neden konuşmuyorlar ve neden bana olan biten her şeyi anlatmıyorlar diye düşünmeye başladığım sırada en öndeki kadın peçesini çıkarmak için elini yüzüne doğru götürdü. Duyacaklarım ya da göreceklerim sebebiyle o denli heyecanlanmıştım ki kalbimin atışının canımı acıttığını hala daha göğsümde hissedebiliyorum. Önümdeki kadın hızlı bir hareketle siyah peçesini eline aldığında ise yatağımdan kaldırıldığımdan beri ilk defa korktuğumu hissettim. Dudakları öyle bir şekilde birbirine girmişti ki dikili olduklarını anlamak için dakikalarca bakmam gerekti. Ben başka bir şey göremiyormuş gibi öylece dudaklarına bakarken kadın elime tutuşturduğu kâğıda doğru bir işaret yaptı. Gözlerimi kaçırmak istercesine yarım bakışlar atarak katlanmış kâğıdı açtım. Çok az da olsa okumayı öğretmişlerdi kaldığım evde, belki ne yazdığını biraz da olsa anlayabilirim diye umuyordum. Eğer ki harflerin hepsi birbirine karışmış olsaydı o an ne yapardım ve nereye giderdim bilmiyorum. Kâğıt, yaptığımız yolculuğun karmaşasını simgelercesine buruşmuş, üstünde yazanları birbirine karıştırmıştı. Harfleri anlamam için kendimi zorlamam gerekmiş olsa da sonunda yazanları anladım. Gez. Bizim sahip olduğumuzu ara, ona sahip başka biri bul.

Kafamı kâğıttan kaldırdığımda dört kadının da, kamyonu süren kişinin de artık yanımda olmadığını gördüm. Nereye gideceğimi bilmeden ve neyi aradığımı anlamadan yürümeye başladım o gün. Geri dönüşün imkânsız olduğu ve her adımımda yolumun uzadığı uçsuz bucaksız bir yola başladım. Ben yürüdükçe güneşin gökyüzünde yer değiştirişini izliyor, küçücük bedenimin açlık ve susuzluktan korkarak bu ihtiyaçları olabildiğince ortaya çıkarmamak için uğraştığını görebiliyordum. Ne aradığımı bile bilmeksizin sadece yürümek bir ıstırap gibi geldi o ilk gün. Bulmamı istedikleri şeyi bulsaydım bile nereden anlayacaktım? Bulursam onlara nasıl haber verecektim? Geri dönebilecek miydim? Hem o kadınlar nereye kaybolmuştu? Birden yolumu kaybetsem ve sonsuza kadar kendimi arasam bunun suçlusu onlar olmayacak mıydı? Tüm bu sorular sadece o gün değil yıllarca kafamın içinde dönüp durdular. Ne cevap bulabiliyor ne de bulmak istiyordum. Bunları düşünmezsem bomboş kalacağımı daha ilk günden biliyordum.” Derken konuşmama bir ara verdim. Hem kelimeleri bu denli bolca savurmaya sessiz geçen yıllardan sonra alışkın değildim hem de hikâyemin geri kalanı karışmasın diye büyük bir çaba harcamam gerektiğini biliyordum. O an ruhumu elime alabilsem taşımakta zorlanacağıma emindim. Konuştukça kalbimin atışı hızlanıyor ve canımı acıtmaya başlıyordu. Benim neden durduğumu merak edenler yerlerinde hareketlenmeye başlamıştı bile. Herkes duyacaklarından endişelenerek olabildiğince hızlı bir şekilde olan biten her şeyi öğrenmek istiyordu, buna ben de dâhildim.

“O gün kamyonun beni bıraktığı bölgenin İskenderiye diye bir yer olduğunu sanıyorum. Size bu isimler ve tanımlar hiçbir şey ifade eder mi bilmiyorum ama bize benzeyen insanlardan oluşan bir topluluğun içinde buldum o gün kendimi. Dört kadın bana kamyonun içinde haftalarca yetecek yiyecek, içecek ve para bırakmıştı, herhangi bir insanla neredeyse hiç iletişime geçmeden uzun günler geçirebildim böylece. Buradan sonra gittiğim her yer korkunç bir labirente benziyor ve beni uçsuz bucaksız tehlikeler içinde yalnız bırakıyordu. Çokça kez kayboldum ki nereye gittiğimi bile bilmezken kaybolmak hayli zordu. Nerede olduğumu ve nerede uyuduğumu çözemediğim çok sayıda gece de geçirdim ama yaklaşık iki buçuk haftanın sonunda elimdeki kâğıda bir anlam vermeye başladım. Hala daha amacımın gerçekliğinden emin olamamakla ve ne manası olduğunu çözememekle beraber yavaş yavaş yapmam gerekenler kafamda oturmaya başladı, en azından ben öyle sandım. O ilk haftalarda insanların nasıl yaşadığını, hiçbirinin ayağında ya da ellerinde zincirlerle gezmediğini ya da kim olduklarını bile bilmedikleri insanlar tarafından her gece kan ve ter içinde çalışmaya zorlanmadıklarını gördükten sonra bize yardım edecek biri bulmam gerektiğini sandım. Neredeyse bir yıla yakın bir süre boyunca bize bunu kimin yaptığını bulmaya çalıştım. İlk önce insanları inceleyerek başladım cevap arayışıma, kim kimden korkuyor, kim daha güçlü insanların arasında anlamayı denedim. Her yeni gittiğim yerde en güçlü kişiyi bulmaya çalıştım aylarca. En alttakilerin yanında çalışırken buldum sonra kendimi. Kimse benim gibi nereden geldiğini bilmediği, neredeyse hiç konuşmayan birine güç sahiplerinin yuvasını işaret etmeye hevesli olmayacaktı ne de olsa. En alttakiler arasında onların anlattıklarını dinlemeye, onların gittiği yerlere gitmeye çalıştım. Bunları yaparken iyi insanlarla tanışmadım demek hata olur ama hiçbiriyle arkadaş olmadım. Kimsenin soru sormasına izin verecek kadar rahat hissetmesine izin vermedim yanımda. Gittiğim hiçbir yerde bizim gibi yaşayan insanlar olduğuna dair bir konuşma duymuyor, ben de konusunu açmaktan kaçıyordum. Nereden geldiğimi ve kim olduğumu bugün buraya dönene kadar kimseye söylemedim, ses tonumu bilenler bile bir elin parmaklarıyla sayılabilir sanırım. Her neyse, dediğim gibi gezdim ve bize yardım edebilecek biri aramaya çalıştım ama yaklaşık iki senenin sonunda bu uğraşımın bir anlamı olmadığını fark etmeye başladım. Bunu anlamaya başlamamla beraber kâğıdın gerçekten bunu yapmamı isteyip istemediğini sorgulamaya da geri döndüm. Yıllarımı boş bir uğraş ardında harcıyor olma düşüncesi beni korkutmaya başlamıştı. Bu düşünceler beni ele geçirdiğinde neredeyse 16 yaşındaydım ve 17’ye girmek üzereydim. İlk günlerde aklımın ucundan bile geçmeyen başarısızlık fikri beni her geçen gün pençesinin içinde kıvrandırmaktan zevk alır hale gelmeye başladı. Etrafımdaki herkes ve her şey bana düşman gibi görünür oldu, kendimi kendi içimde kaybetmeme yol açtı. Şimdi geriye dönüp baktığımda belki de kendimle en barışık olduğum dönemimin o olduğuna inanıyorum. Beni bugün geri getiren, yolculuğumun en değerli günlerini geçirirken kendimi büyük bir hayal kırıklığı gibi hissediyor, tanımadığım insanların yüzüne bakmaya çekiniyordum. Bu düşüncelerin beni artık içinden çıkamadığım bir kasırga içinde boğuluyor gibi hissettirmeye başladığı bir gün bir taşın üzerinde oturmuş elimdeki kâğıt parçasını her gün yaptığım gibi baştan inceliyordum. İçinde daha önceden göremediğim bir mesaj, bir görev bulma umuduyla arkasına bakıyor, önünü çeviriyor, baştan tüm kelimeleri yavaşça okuyor ve harflerin hangi el tarafından, nerede ve nasıl şartlarda benim geleceğimi bu kâğıt parçasına kazıdığını hayal edip her seferinde o elin sahibine bağırmaya çalışıyordum ama o yüzün kimin olduğunu hayallerimde bile bir türlü çözemiyordum. Bütün hafta boyunca geçici olarak hamallık yaptığım bir dükkândan kazandığım parayla her gün ekmek alabilecek imkânı buluyordum. Çalıştığım yerin sahibi ise sanırım halime üzülmüş olacak, dükkânda eski bir halının üzerinde uyumama izin veriyordu. Kendime böyle geçici yataklar bulmak ve her sabah o gün aç kalıp kalmayacağımı düşünmek ruhumu tüketmeye başlamıştı. Yola çıktığımda görevime olan inancım beni tüm zorluklara göğüs germeye hazır hale getiriyor, hatta birçok zorluğu isteyerek kendime çekmeme sebep oluyordu. Yolculuğum ne kadar zor olursa görevimin de o denli önemli olacağına inanıyor, herhangi bir kolaylığı elimin tersiyle itiyordum. Belki de kendimi bilerek o konuma getirmek hayatımın gidişatı üzerinde ilk defa söz hakkım varmış gibi hissettiriyordu, neye sahip olacağıma ilk defa ben karar veriyordum. O taşın üstüne oturduğum gün, geceyi nerede geçireceğime karar vermeye çalışırken güneşin yer değiştirdiğini ve gökyüzünün kendini mavinin farklı hallerine bürümeye başladığını hayranlıkla izlemeye daldım. Ben öylece renklerin dansını izlerken yanıma gelip benimle oturmaya başlamış martının varlığını ilk başlarda fark edemedim. Gece kendini iyice karanlığa bırakmaya karar verdiğinde yerimden kalkmak için hareketlenirken gördüm ilk önce onu. Sürekli yanımda olacak bir yoldaş beni nasıl hissettirirdi bilmiyorum, öyle bir eşlikçim hiç olmadı da zaten ama bu yolculuğumun en hatırı sayılır dostunun bu martı olduğunu söylemek hiç zor değil benim için. O gün yanımda durduğu andan itibaren bu kuşu sevmiş, ruhunun benimkine benzer engellerden geçerek onu da benimle aynı taşa yönelttiğine inanmıştım. Elimi cebime attığımda öğlen aldığım yarım ekmeğin ufak bir parçasını akşam için sakladığımı hatırladım. Elimdeki son yemeğimi sakince ona uzatırken beklediğimden çok daha yavaş bir şekilde yemeğe uzanıp karnını doyurdu, ekmeği yedikten sonra uçup gitmesini bekledim, uçmadı. Bir martının bu kadar süredir yanımda durmasını garipsemeye başladığım anda istediği yere hareket edemiyormuşçasına sesler çıkarmasından yaralı olduğunu anladım. O gün bu kuşu yanıma aldım, sokaklarda gezerken onu gömleğimin içinde korudum, uyurken elimle tüylerini okşadım, çok seyrek de olsa yemek buldukça büyük bir bölümünü ona verdim ve günler geçtikçe martının yarasının iyiye gittiğini içimde büyüyen bir korkuyla izledim. O günlerdeki sorularımı yeni bir amaç bulmuş olmanın heyecanıyla unuttuğumu da içten içe sezmeye başlamıştım. Kendimi yeni dostumun iyileşmesi için sorumlu olarak görüyor, neden yola çıktığımı, aradığım cevapları ve kendimi düşünmüyordum. Bu soruların yokluğuna kendimi olması gerekenden daha fazla kaptırmıştım belki de. Ben kendimi dostumun varlığına her geçen gün daha da alıştırırken o yavaş yavaş kanadını hareket ettirebilmeye başlamıştı. Bir gün uçup gideceğini bildiğim halde onu beslemeye devam ediyor, uçarken gökyüzünde bırakacağı izi izleyeceğim günün gelmeyeceğine içten içe inanmak istiyor, gözümün önünde olandan kaçıyordum. Bir noktadan sonra kendim için değil yanımdaki dostum için yemek bulmaya başladım. Sanırım daha önce kimse yanımda bu kadar kalmamıştı ve belki de gözümle görebildiğim, sonuç alabildiğim bir görevimin olması beni bu martıya bağlanmam gerekenden daha fazla bağlamıştı. Bir gün uçtu. Nereye gitti bilmiyorum. Gökyüzünde gördüğüm gölgelerden birinin o olmasını hiç istemedim, tekrar gölgesi altında durmak beni başka gölgelerin serinliğinden men eder miydi asla karar veremedim çünkü. Giderken hızlıca uçsun, bambaşka bir yerde, benim ayak basmayacağım yerlere konsun istedim. Uçmadan önce yere düşürdüğü tüye dokunmadım. O uçarken arkasından bir miktar ben gönderdim sadece. Anılarımın içinde hapsolan dostuma o anıları armağan ettim. Uçarken ondaki beni saklayacağına inandım ve giderken arkasından, belki de yıllardır ilk defa, gülümsedim. İşte, işte tam o an fark ettim bir şeylerin eksikliğini. Gülümsemek o kadar ilginç geldi ki yıllardır ufacık bir gülümsemenin bile yüzüme uğramadığını fark ettim. Aslını söylemek gerekirse yıllardır gezindiğim sokaklarda kimsenin gülümsediğini görmemiştim. Belki de yine yanlış bir yola giriyordum elbette, ama burada bizi gülerken yakalayan adamların nasıl ağlamalarımızı umursamaksızın bizi kırbaçladıklarını hatırladım orada otururken. Sonra o kadın geldi aklıma, peçesinin altındaki dikili dudaklarıyla beni buradan çekip çıkarmış kadın. Olamaz gibi geldi aslında ilk başta, ama tek tek bizi hatırladım, sizi düşündüm. Gizli köşelerde yüzümüzü kapayarak güldüğümüzü, bize kahkaha atmanın nasıl da ruhumuzun ağzımızdan çıkmasına sebep olacağını söylediklerini düşündüm. Nasıl da biz gülerken ağzımızdan çıkan ruhumuzun yerini Şeytan’a bıraktığımızı anlattıklarını hatırladım. Gülümsemeyen bir yüz aramaya karar verdim o gün. Onlarca gemiye bindim, sayısız ülkeye ayak bastım sonra. Bazı ülkelerde uyumadan, yemek yemeden, durmadan, sanki başka bir uğraş beni çürütecekmiş gibi, gülümseyen insanlar aradım. Genelevlere girdim, yeni evlilerin odalarını gözetledim, küçük çocukların oynadığı yerleri izledim, yeni doğum yapmış annelerin peşinde gezdim, bir kese altın çaldım da fakirlikten evine günlerdir yemek alamayan bir adamın kapısına koydum ama bir kez bile gülümseyen bir yüz göremedim. Belki onlar da gizli kapaklı yerlerde gülümsüyorlardır diye en özel yerlere, en saklı köşelere delikler açıp izledim. Bitmek bilmeyen bir yolculuk gibi geldi o günler. Bulamadım. Gülümsemeyi unutmamış, bizim gibi kalmış kimseyi bulamadım. Bugün sizin karşınızda 32 yıldır gezen bir adam olarak, yıllarca gülümseyen bir yüz aramış ve bulamamış biri olarak duruyorum. Bizim gibilerinin olmadığını anladığımda, bizim kim olduğumuzu aramaya başladım. Bindiğim gemilerden birinde José adında bir adamla tanıştım. Bir gün güvertede temizlik yaparken öne eğildiğinde sırtı açıldı José’nin, onun da sırtı aynen bizimki gibi görünüyordu ve ben kırbaç izlerinden bizim gibi biri olduğuna inandım. Yolculuğumuz 12 günlüktü, ben José’nin izlerini fark ettiğimde geriye 8 günümüz kalmıştı. Size daha önceden de söyledim, yıllarca o kadar az kişiyle konuştum ki José’yle konuşmak istediğimde bile ne demem gerektiğini bilemezken buldum kendimi. İlk cümlemin ne olması gerektiğini kafamda kurup durdum, nereden geldiğimi anlatmadan onun hikâyesini nasıl öğrenebilirim diye sordum gecelerce kendime. O kadar uzun süre kendimden başkasına kendimi açmamıştım ki, bunu 8 günde başarabilmem mümkün değildi. Yolculuğumun son akşamı kaldığım kamaradaki herkes akşam yemeğine gittiğinde bir köşeye geçip sessiz sessiz ağlamaya başladım, kendime küfredercesine ve büyük bir nefretle kendime ağladım, gözyaşlarım dışarıya akıyor gibi görünse de asıl tenime değene kadar geçtiği yolları yakıyor, beni içten içe tüketiyordu. Hayır dedim, bunca zaman bunu arayıp bize benzer birini ilk defa bulmuş olma şansım varken benliğimin engellerine takılamam dedim ama yapamadım. Konuşamadım. O gece güneşin doğuşuyla beraber kendimi güverteden soğuk suların içine atmaya karar verdim. Bitmeyecek bir yolculuğun içinde olduğumu ilk defa o an görmüştüm çünkü, öyle bir yaşamıştım ki o güne dek, yapamazdım, o yolculuğu bitiremezdim. Bitirseydim ben, ben olmayacaktım. Aynı zamanda bitiremediğim için de herkesi, en çok da kendimi hayal kırıklığına uğrattığıma inanıyor, bu dünya üzerinde bir yerim kalmadığını sayıklıyordum. O gece José yanıma gelmemiş olsaydı bunu yapacaktım da, ama karanlık kamarada kolumdan tutup beni sertçe dışarı çıkaran o kol hayatımı kurtardı.

“Neden gelmedin hala?” diye sordu sadece fısıldayarak.

“Gelemedim” dedim sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi.

O gece beni bir kenara çekti. Yanlış anlamayın José bizden biri değil, gülümsemiş ya da gülümseyebilecek biri de değil ama kızı öyleymiş. Yıllar önce doğan kızının gülümseyebildiğini görmek José’yi dehşete düşürmüş. Kızını gülümsemekten nasıl alıkoyabilir, nasıl durdurabilir diye düşünmüş ağlayarak. Biliyormuş ki kızını gülerken görenler ona Şeytan diyecek ya da ruhunun Şeytan’la yattığına inanacak, ona “orospu”, “kirli”, “şeytanın metresi” diyeceklerdi. Onlardan biri olmadığı için bedenin kaldıramayacağı işkencelere maruz bırakılacak ve bizimki gibi bir köye mahkûm olarak götüreceklerdi. Ne de olsa gülümsemesinin diğerlerine bulaşmasından korkuyor, bizim gibilerini orada da ıssız köylere kilitliyorlardı. Bunları bilen José kızına ne yaptıysa da durduramamış, her yerde gülmeye çalışıyormuş. Bir gün kızın güldüğünü gören bir komşusu José’yi ve ailesini şikâyet etmiş evlerine Şeytan girdiğini söyleyerek. Bizim gibi insanlıktan uzak, ıssız bir köye hapsetmişler ailesini. Gülmeyi durdurmayan kızının ağzını dikmişler, bizim köyde yapmıyorlar bunu ama orada 10 yaşını aşmış ve gülmeye devam eden tüm kız çocuklarını diktiklerini söyledi bana José. Buradaki gibi çocukların alınıp bir eve yerleştirildiğinden, kimsenin ailesini görmesine ve tanımasına izin verilmediğinden bahsetti biraz da ağlayarak. José kızını 12 yıl boyunca görmemiş, sadece bir gün köyden biri gelip kızının bir çocuk doğurduğunu ama bebeğin 1 yaşına geldiğinde gülmeye başladığını gördüğü için José’nin kızının, Serafina’nın, kendisini ve bebeğini ayağına bağlanmış zincirle öldürdüğü söylemiş. Daha bebeği doğurduğu ilk günden beri durmaksızın ağlamış Serafina, sürekli dudaklarını sevmiş kızının. Bir çocuk doğurmaktan öylesine korkuyormuş ki o köye getirildiğinden beri, katil gardiyanların yatağından kaçabilmek için defalarca kez intihar etmeyi denemiş zaten. Doğurmamak için ne kadar yalvarırsa yalvarsın kaçamamış, doğurmuş. O bebeğin her gece saatlerce dilini, daha çıkmamış dişlerini izlemiş. Bebeğine baktıkça daha çok ağlarmış her gece. Kızını da kendini de öldürmeden önce üzerinde “Şeytan sizi hiç bırakmadı ki bizim içimize girsin” yazılı bir not bırakmış masasının üstüne. Kızının bu notu üzerine José’yi kırbaçlamışlar köyün ortasında, köy halkıysa José’yi o halde görünce ayaklanmaya çalışmış, hala ağzı dikili olmayanlar Serafina’nın notunu haykırarak gardiyanlara saldırmış. Bu ayaklanmayı ancak 10 dakika kadar devam ettirebilmişler, o gece gardiyanlar tüm köyü yakmış. Kırbaç sehpasında bağlı bıraktıkları José’yi ise açlıktan ölmeye terk etmişler. Herkes şehri terk ettikten sonra José günlerce aç ve susuz kalmış. Artık neredeyse ölmek üzereyken beni odamdan çekip çıkaran 4 kadın sessizce José’yi de kurtarmış. Yangından nasıl çıktıklarını anlatmadan, kim olduklarını söylemeden José’ye buradan, bizim köyden bir çocuğu, yani beni bizim gibilerini bulmak için görevlendireceklerini, birleşip zincirleri kopartacaklarını yazmışlar bir kâğıda. José de yıllarca gezmiş benim gibi, o da bulamamış bizim gibi bir başkasını. Ne en kalabalık şehirlerde, ne de en ıssız çöllerde en ufak bir tebessüme bile rastlayamadık ne o ne ben. José aramaya devam ediyor, kızının intikamını almadan yolculuğunu sonlandırmanın onun için bir ölüm olacağını söyledi.”

Herkese tek tek baktım bunu söylerken, hareketlenen zincir sesleri ve gecenin maviliği üstümüze bir yorgan gibi serilmiş, her birimizin ruhunu bir diğerininkine yakınlaştırmıştı. Görmeyen gözler açılmış, körelmiş kalpler atmaya başlamıştı.

“Keşke gelseymiş de görseymiş bugün sizi, keşke gelseymiş de kızının intikamını kendi gözleriyle izleseymiş,” dedim bir bir yerlerinden koparılmış zincirlere bakarken.

“Ben özgürlüğü kadehinden bir yudum ararken siz üzüm bağını bulmuşsunuz,” dedim.

Yıllar önce bir köle ordusu olarak arkamda bıraktığım köyde bugün zincirler sadece eski günlerin bir hatırlatıcısı olarak duruyordu bileklerinde.

“Şeytan’ın kalbinize girmesine izin vermeyen bir tek siz kalmışsınız tüm dünyada, bir de José,” derken teker teker gülümsemeye başlayan yüzleri o an yeni doğuyormuşum gibi izledim. Gözlerimden akan yaşların beni eve getiren yolun bir armağanı olduğunu hissediyor, uzun süredir yapmadığım bir şeyi yapıyordum, gözyaşlarımın martının gökyüzünde bıraktığı iz gibi duran, yukarı doğru kıvrılmış dudaklarıma akmasına izin veriyordum.