Ağaçların yeşil, seyrek saçlarını lacivert denizde yıkadığı, göğün mavi ve çıplak bedeninin adeta besili bulutlar tarafından öpüldüğü o aydınlık günün içinde olmaktan çıldıracak kadar mutlu oluyordu. Ayaklarının tabanı öyle soyulmuştu ki beyaz baloncukların deniz tuzuna temas ettiğinde arsızca kanayıp denizin kutsal lacivertliğine silik bir kızıllık ekliyordu. Güneş, yarısı dökülmüş kafasına sirayet ediyor, adeta boşalan midesini daha da bulandırıyordu. 


Tüm vücudu ıslanmıştı. Yırtık, kirli beyaz gömleğinin göğüs kısmından ufak bir parça sallanıyordu. Açık, krem rengi kaprisinden salınan buğday ve cılız bacakları çalıların ve ısırgan otlarının haşin darbesinden yenik düşmüştü; tenindeki sarı tüylerinin arasından kurumuş kan sızıvermişti. Çevresine gözleriyle yaptığı ufak bir gezintiden sonra sarı ve yeşil yosunların mesken tuttuğu adeta çamur kıvamına dönüşen kum halısına seriliverdi aniden. Başı dönüyordu ve saatlerce adanın yolunu tutmuş, kumsala çok az mesafe kala yelkenlisi suyun dingin sıcaklığında yitip gitmişti. Aslında gözü gibi bakıyordu yelkenlisine lakin su; bazen alabora bazen de kıpırtısız çarşafını dalgalandırıp dengesiz bir kaos yaratıp duruyor, bu nedenle cilaladığı, motoruna yakıt sürdüğü emektarı, denizin dibindeki deniz canlılarının uğrak yeri olmayı seçmişti. Artık üzülmek için çok geçti. Sağ salim adaya varmıştı.  

Bedenini ağırca kumlara doğru yatırdığında, denizin adeta sirkelenen çarşaf görkemindeki şeffaf dalgalarını bir süre izleyip durdu. Balıklar, bazen korkusuzca bazen de ödlek bir halde kafalarını kâh denizin ağzına çıkarıyor kâh martı kanadını işittiği an denizin altına saklanıveriyordu. Lacivert çarşafın başında, küçük dağları andıran adacıklar vardı. Elini kaldırdı ve sol gözünü kapatarak parmak uçlarıyla adacıkları yakalamaya çalıştı. Sanki avuçları adacıkları kavrıyor, sivri tepecikleri avuçlarına batıyordu. Bu yakınlıktan son derece haz duydu. Yalnız kalmanın verdiği hissi bir süre içinde tuttu ve ufak bir çığlık attı. Önce delirdiğini düşündü. Sonra bu hissi daha da sevdi. Aniden gözlerinin önüne ufak bir gölge düştü. Ufak, tıknaz, genç bir adam başında duruyor ve başını motor gibi sallıyordu. Korkmuştu. 


"Sen, kimsin?"


Genç adam, başını yatırdığı kum halıdan kaldırıp tereddütle ayağa kalktı ve ellerini teslim oluyormuşçasına havaya kaldırdı. "Günlerdir bu adayı arıyordum. Ama merak etmeyin zarar vermem. Hatta şimdi bile terk edebilirim." sesi titremişti. Sanki dili, etli dudaklarının içinde aslan başı gibiydi.  


"Hayır hayır hayır hayır," dedi kafasını aniden daha hızlı sallamaya başladığında, yağlı saçları da aynı ritimde dalgalanıp duruyordu. Gözleri öyle deli bakıyordu ki sanki azıcık sakinliğin hissini aldığında ölüverecekti. "Gitmene gerek yok. Fakat sen de onlardan mısın yoksa?" Adam, bunu söylerken düşük göz kapağını daha da kıstı.  

"Onlar derken, neyi kastediyorsun?" Avuçları kaprisini yırtacak kadar sıkıştırmıştı. Bu adam biraz garipti. Hatta fazla garipti. "Bilirsin. Gözleri şeytan gibi bakan bazı insanlar vardır. O bakışlara binlerce günah ve zekilik sıkıştırırlar. Hatta öyle bir bakış atarlar ki insana, kendi deliliğinin aslında birer nimet olduğunu fark edersin. Karşıdaki şu adacıkları görüyor musun?" derken işaret parmağıyla adacıkları işaret etmişti.  


"Evet, görüyorum." Gözleri adacıkların sivriliğinde gidip geliyordu. "İşte o insanlar, sen kendini koca bir ada zannederken, seni bir anda değersiz birer adacığa dönüştürüverirler." Adam, tıknaz adamın yırtık giysilerine bakarken ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu.  


Yüzünde, daha önce denk gelmediği bir delilikle karşılaşmıştı. Ne hayatının bir yerinde ne de kıyısında köşesinde böyle bir delilikle karşılaşmıştı. O, aslında zekiliğin verdiği şeytani histen kaçıyordu. Tıknaz adam adeta büyük bir ormanı andıran ağzının kenarındaki kurumuş salyasını tazeleyip duruyordu. Gözleri, dönüp duran topaç gibi saniyeler içinde yüzlerce kez dönüp duruyordu. Endişeliydi. Hatta bu adaya geldiğine pişman bile olabilirdi.  


"Gelmiyor musun?" Tıknaz adam, bedenini coşkulu bir at edasıyla sallayıp duruyordu. Güneş tam tepedeydi ve susuzluktan damağına yapışmış et parçasını ıslatıp duruyordu. "Geliyorum. Sadece..." 


"Açsın, değil mi? Meraklanma. Sadece sana bu adaya özel birkaç kuraldan bahsedeceğim." derken eliyle adama "gel" işareti yapıyordu. Meraklıydı. Ağaçların anaç kavuklarının arasından geçiyorlardı. Toprağın bir duru bir güzellikte olduğu bu adanın cennetten pek de bir fark olmadığını gördü. "Adada yaşayan biz sakinler olarak dış dünyadan kesinlikle izoleyiz. Şeytani insanların kullandığı, telefon ve televizyon gibi teknolojik aletleri kullanmıyoruz. Onlara dair hiçbir şeyi adamızla temas ettirmiyoruz. Umarım anlamışsındır." derken tıknaz adam, topaç gibi dönen gözleriyle tehditkar bir şekilde genç adama bakıyordu. Sakaldan seçilemeyen yüzü insanoğlunun ilk nesline benziyordu. Alnındaki damarlar boru gibi kalın ve patlamak üzereydi. "Evet, anlıyorum." Cebindeki küçük cep telefonunu gayriihtiyari daha da sıktı. Korkuyordu. 


Büyük bir meydanı andıran ağaçlık alan, büyük bir ateşle çevrelenmişti. Güneşin tam da tepede olduğu öğle saatinde renkli kuşlar kanatlarıyla ateşi dövüyormuş gibi çırpıp duruyordu. Önce ateşe yaklaşıyor, kanatlarının harladığı alevler boncuk parçaları gibi yere dökülünce ağaçlık holde kaybolup duruyorlardı. Ateşin etrafında, onu adeta ablukaya alan birkaç insan ateşli bir hastalığa yakalanmış gibi dönüp duruyordu. Gözleri, sanki ruhlarını Tanrı’nın avuçlarına bırakmak için hazırmış gibi dimdik yukarı bakıyordu. Sonra, çeltik vadilerindeki harese otunun keskinliği gibi tanımadığı bir çalı, kıskaçlarına aldığı bacağı hafifçe kesince sesler kesildi ve gözleri bir anda kendisine döndü. Onu yiyip bitireceklermiş gibi bakıyorlardı.  

"Hey hey hey! Endişelenmeyin! Bizden birini getirdim." dedi tıknaz adam bir adım öne çıkarak. Boyu, bodur ağaçların yanında bile küçük kalıyordu. Ellerini hafifçe yukarıya kaldırarak kahkaha attığında, "Hadi dostlarım! Ona misafirperverliğinizi gösterin." dedi. İçlerinden uzun boylu, saçları tası andıran tuhaf görünüşlü orta yaşlı adam, silik ve şeffaf kaşını yukarıya kaldırdığında şüpheyle tıknaz adama yaklaştı. "Onlardan olmadığına emin misin?" derken gözüyle genç adama adeta kaplan misali bakıyordu. Genç adam, bütün gözlerin kendisine çevrildiği an, gözlerini adeta oyacak kadar irice açtı ve ağzını garip şekillere sokmaya başladı. Bir anda öyle bir kahkaha attı ki herkesin kendisine gururla baktığını yanlış bile yorumlayabilirdi.  

"İşte, kardeşlerim görüyorsunuz. O da bizden." Tıknaz adam, kendisine yaklaştığında çürümüş yosun kokan nefesinden midesini yere bırakacağını hissetti. Elini omzuna koydu ve ağaç kavuğundan küçük bir sandalyeyi kendisine uzattı. "Otur. Yorulmuşsundur." Genç adam, ateşin etrafında bağırarak dönen insan silsilesini umursamadan sandalyeye oturduğunda adeta kemiklerine binen yorgunluğu hissetti. Şu anda kumların üzerine uzansa ve öylece uyusa ne de muhteşem hissederdi.  


"Sana adamızın en meşhur içkisini ikram etmek istiyorum." dedi tıknaz adam ve ateşin siyah dumanında kayboldu. İnsanlar, ateşin etrafında vantilatör görevi görüyor, simsiyah kefenimsi dumanlar göğün kadife kilimine seriliveriyordu.  

Birkaç dakika sonra, elinde sarımsı bir sıvıyla gelen tıknaz adam, kristal kadehi genç adamın eline bıraktı ve tekrar kayboldu. Kadehin kristal bedeni sıcacıktı fakat içindeki sıvının soğukluğu dilini yakıyor, boğazını sulayıp geçen küçük bir bahçe gibi hissediyordu. Kadehin son damlasını tüketene kadar kana kana içti ve gözlerinin daha da ağırlaştığını hissetti. O ara, kendisinden bağımsız bir sürü olay geçti. Cebini mengene gibi kavrayan telefonun titreyerek kuma düştüğünü ve delirir gibi son ses çaldığını hatırladı. Ne telefonu yerden alıp kaçacak gücü bulabildi ne de onlara yalvarmayı gördü kendisinde. Öylece aptal gibi bir noktada duraksayıp kaldı.  


Bedeni şiddetle sarsıldığında ve gözleri son kez kapandığında anımsadığı tek şey, kollarından ve bacaklarından sımsıkı kavrayıp havada dalgalanan bayrak gibi hissetmesi olmuştu. Kendisine bakan ve o ilkel hissi adanın her zerresine dağıtan totaliter baskının acımasız ayrışımını duyumsayıverdi kapanan gözlerinin arkasında. Bacakları ve kolları aynı seremoniyle dalgalanıyor, büyük bir bando takımı gibi ilerliyorlardı. Bedeni güneşin kaçmadan önceki son sıcaklığını sızlayan yaralarında hissetti ve gözlerini tamamen kapattı. O sıra, dudaklarını kurutan sarı sıvının hükmünden kurtuldu ve belki de onların duyacağı tonda şunları fısıldadı, "Sizler şeytanı düşman olarak görüyorsunuz ve adanıza girmesine müsaade etmiyorsunuz. Evet, sizler kendinizi uyanık zannederken aranıza girip topraklarınıza basacak kadar yanılttım sizi. Buyurun!"