1. Bölüm

…..’ya deniz yolculuğuna dair duyduğum endişelerden dolayı kara yoluyla gitmeyi tercih etmiştim. Aldığım bu karar en tuhaf, en eşsiz, en nadir, en huzurlu veya en muhteşem olarak sıfatlandırabileceğim bazı şahsına münhasır yerlere yolumun düşmesine sebep oldu. Zira sultanın veba salgını yüzünden kuzey sınırlarını kapatmasından dolayı daha zorlu rotalardan gitmek mecburiyetindeydim. Rehber olarak da yolu buradan geçen yaşlı bir keşişi bulmuştum kendime, -bu şahısla daha önceden prens vahini’nin sarayında tanışmıştım-. Yolculuğumuz sert geçeceğinden yanıma çok eşya almamıştım. Prensliğimizin hudutlarını aşıp imparatorluğun Metrece şehrine doğru iki gün yol aldık. Burada dinlenme teklifimi kabul etmedi. Merteceden kırlara bağlanan toprak yollarda gece gündüz demeden ilerledik. Yavaş yavaş Lefz Dağlarının kudretli manzarası ufukta belirmeye başladı. Yolculuğumuz sırasında sadece geceleri uyumak için bir ateş yakıyor, ara sıra köylerden kumanya takviye ediyorduk. Bu saydıklarım dışında hiç duraklama şansımız olmadı. Ben yorgunluktan şikayet ettikçe yürümeye pek alışkın Rehber bana sinirleniyor miskinlikle suçluyordu. En sonunda serzenişlerime dayanamadı ve Lefz dağlarının yamaç kasabalarından birinde istirahat kararı aldık.


Mes Kasabası


Yerleştiğimiz yer mütevazi bir handı, müşterilerine “elinden geldiği” müddetçe yardımcı oluyordu, sevecenlikleri ve meraklı bakışlarını da eklemek lazım. Buraya pek yabancı uğramazmış, müşteriler zaten buradan sürekli yolu geçen çiftçiler ve tüccarlardan ibaret. Çeşit çeşit çay ikram etmeleri beni çok şaşırtmıştı, rehber bu civarda çay tarımının yaygın olduğuna özellikle de donuk yapraklı çay türlerinin tercih edildiğini söyledi. Lezzet konusunda üstlerine yoktu, kahvaltıda kaliteli bir keçi peyniri, bolu yumurtası ve kurutulmuş et ikram ettiler, keşiş aç kalmasın diye de kenarda köşede kalmış bir bohça pirinci pişirdiler. 


Buralarda evler tek katlı veya iki katlı, insanların pek dindar olduğunu söyleyemem ama kadınlarının iffetini koruma konusunda gayet katılar, sokakta onları görmek zor, denk gelseniz de gözleri dışında hiçbir şeyi göremiyorsunuz zaten. Hava çoğu zaman sisli, ortalık boğucu gri bir renge sahip ancak buraya yakıştığını söyleyebilirim. Sabah uyandığınızda havayı içinize çekip solgun gökyüzüne bakıyorsunuz, köşesi sarmaşıkla kaplı bir çay evine oturup kendinize gelmeye çalışıyorsunuz. Herkes de sizin gibi mahmur gözlü, gün doğmadan uyanan yok buralarda. O sırada sarmaşıkların arasından bir kedi geçince dallar sarsılıyor ve yapraklarının üzerinde birikmiş çiğ damlaları hayvancağızı ıslatıp kaçırıyor. Ardından esnaflar dükkanlarını süslemeye başlıyor, çıraklar el arabalarıyla dükkanlara mal taşıyor, beyin askerleri meydandaki çeşmenin başında dikilmiş kaşlarını çatarak etrafı izliyor. 


Öğle vakti lokantalar açılıyor, gayet ilginç bir mutfağa sahip olduklarını söyleyebilirim. Ballı tavuk, balık çorbası, domuz kavurması, keçi sütünden yoğurt, içi mısırla doldurulmuş envai çeşit sebzeler mevcut. Yalnız balıkların çoğu kurutulmuş veya tütsülenmiş şekilde bulunduruluyor. Gün battıktan sonra hemen dükkanlar kapanmıyor, esnaflar hava tamamen kararana kadar idare etmek niyetiyle mumlarını ve kandillerini yakmaya başlıyor. Ardından gece yarısına dek birçok erkek çay evlerinde vaktini geçiriyor. Bana sorarsanız buradakilerin en büyük gider kalemlerinden biri aydınlatmadır. İnsanlar muzip ve sivridilli, sizi kazıklamak istemedikçe bir şey saklamazlar ve doğrudan söylerler. Ait olmadığınızı hissettiriyorlar ama dışlamıyorlar.


Yolculuk I


Kasabada geçen birkaç günümüz benim için epey keyifliydi. Son gecemizi geçirirken kapımın hafifçe çalındığını işittim. Rehber elinde bir fenerle pencerenin ucundan gözüküyordu. Kapıyı açıp ne olduğunu sorduğumda bana kadifemsi bir ses tonuyla

“Gitme vakti geldi.” dedi

“Yarın yola çıkıyoruz zannediyordum.” dedim şaşkınlık içinde. Rehber burada ahbaplarından bir grup keşiş ile karşılaşmış, onlar da Lefz Dağlarını geçeceğinden toplu şekilde ilerlemenin daha emniyetli ve kolay olacağını düşünmüş. Hiç şüphesiz tecrübeli ve ne yaptığını bilen bir adam ama onunla böylesi anlık değişikliklerle karşılaşmak sık yaşadığım bir durumdu.

Eşyalarımı toplayıp yanlarına gittiğimde kendileriyle tanıştım. Koyu kırmızı kaftanlarını belinden omuzlarına kadar hikmetlerinin nişanıymışcasına saf ipekten ince kumaşlar sarmalamıştı. Her biri elinde lamba tutuyor, uzaktan bakıldığında nizam içinde uçuşan bir ateşböceği sürüsü gibi gözüküyorlardı. Beni yük taşımak için kullandıkları bir katıra bindirdiler ben cömertliklerinin bir göstergesi zannetsem de öğrendim ki birilerini katıra bindiriyorlarsa aralarında eşeklerin prensi diye dalga geçerlermiş, kendilerinden olmayanları ayırmak için komik bir yöntem. Rahat bir yolculuk geçirmek için eşeklerin prensi, katırların efendisi, atların hâmisi olmayı yeğlersiniz inanın, sonuçta epey çileli bir rotadan ilerliyoruz. Birbiri üzerine örtünmüş dipleri ufukta kaybolan sıra dağların eteklerini tırmanıyorduk, katırdan inmemiş olsam da görebildiğim kadarıyla şehirlerde büyümüş birinin hiç de aşmak istemeyeceği yollar bunlar. 

Gün doğuyordu, gök kızıla boyanmış, altın güneş ziyasıyla dağları mora boyuyordu tepelerindeki karlar ise şapkaymış gibi bu zarafeti örtüyordu. Ben manzaraya dalmışken üzerimize hızla dalan bir kartalı görünçe çığlık çığlığa katırdan atlayıp altına saklandım. Benim halimi fark edince hep beraber gülmeye başladılar. Rehber beni omuzlarımdan tutup dürttü. 

“Buralarda ben uyarmadıkça kaçman gereken, ben söylemedikçe yapman gereken bir şey olamaz. Kendi aklınla hareket etme.”

Kartal en yaşlı olanlarının omzuna kondu. Gagasına bağlı mektubu diğerleri açıp ona gösterdiler.

 “Uğursuz dereden değil sapdağı eteklerinden gideceğiz” dedi. Bu isimleri ilk defa duyuyordum bana çok uyduruk gelmişti. Anlamlarını sorduğumda bilmiyor oluşuma şaşırdılar.

Rehber beni aydınlattı:

“Uğursuz dere sultan zalimin büyücüsünün tutsak edildiği yerdir, sapdağı ise tehlikeli yamaçların ve sert rüzgarlarla dolu tehlikeli bir geçittir.”

Sonrasında yaşlı adam bana bakarak gülümsedi ve kartalı göstererek

“Hayat bir kuştur, yakala!” dedi.

Aynı anda parmağıyla kartala göğü işaret etti ve hayvan hemen havalandı. Rehber katırımı kayışından sıkıca tutuyor, kafilemiz sapdağı geçidine doğru usulca ilerliyordu. Ağaçlar altında gizlenmiş bir yerde durakladık. Geçide girmeden önce burada bir gece dinleneceğimiz söylendi.

Ateş yakıldı, ufak bir tencerede çorba pişirildi. Yemek sonrası aralarından genç bir delikanlı yanında orta yaşlarında bir başkasıyla ateşin önüne oturdu. Adam bohçasından lavtaya benzeyen bir saz çıkarıp akort ettikten sonra çalmaya başladı genç ise insana içten bir keyif veren nazik sesiyle ezgiye eşlik etmeye başladı. Saz semaisi bitince genç şarkının sözlerine girdi.

Huzurlu bir sükun

Yalnız nazarında 

Hasretin kahrı

Yine sadece onda

Hayatın özü iki damla

Yine sadece onda

Şafağın al rengi 

Yalnız dudaklarında

Bir kere ziyanla

Aydınlananlara

Dar gelmiş sabah

Her birinde yokluğun var zira

Rehber heyecanla bana eğilip kulağıma fısıldadı:

“Anlamamış olabilirsin, bu şarkı tanrının ruhundan uzak kalanların ızdırabını anlatıyor.”

“Ya öyle mi?

“Yalan yahu, öyleymiş gibi bize yutturuyor, kaybettiği aşkına yazmış bunu.”

“Yalnız böylesi güzel bir sesin ve doygun bir sadanın müsebbibi ancak kutsal ruhtur.”

“Kesinlikle!”