Bolca Spoiler içerir...
Geçenlerde yine Bubisanat’ta “Dönem Sinemasında Distopya” başlıklı bir yazı yayımlayarak distopya kurgularının esas olarak egemenler tarafından nasıl ele alındığı, özellikle son zamanlarda neden bu kadar yaygınlaştırıldığı üzerinde durmaya çalışmıştım. Özcesi önümüze konulan distopik yapımların bize “içinde bulunduğunuz duruma şükredin” gibi bir sonuca çıktığını ve içerisinde bolca direniş argümanı olduğu halde aslında daha çok pasifizmi körüklediğini anlatmaya çalışmıştım. Bu durum belli bir merkezden mi yönlendiriliyor, buna dönük somut bir şeyler ortaya koymak, belirtmek bir hayli zor. Ancak diğer bütün insana dair olan şeyler gibi izlenenlerin de moda haline getirildiği bir gerçek. Özellikle son yıllarda türeyen dijital platformlar da bunların genel yayıcısı durumunda. Bu noktada duruma yalnızca “para” endeksli bakmak doğru olmayacaktır. Bu dijital platformların izlenebilirliği arttıkça özgünlüğün azaldığına dair kaygı güden tek kişi olmadığıma eminim. Çünkü ürettiğiniz senaryonun, kameraya düşürdüğünüz görüntülerin bir getirisinin olmasını istiyorsanız dijital medya platformlarının asgari beklentilerini yerine getirmek durumundasınız ve bu durum ister istemez bir dikte etme halini de açığa çıkarıyor. Tek tipleşmenin en belirgini burada görünüyor. Distopya meselesi üzerinden bu durumu belirttiğim yazıda açmıştım.
Sıcak Kafa dizisi Türkiye’de çekilen bir dizi olarak bu distopik dünyaya giren ve Netflix’te yayımlandığı zaman beğeni toplayan, ses getiren bir dizi. Son dönemlerde distopya üzerine düşünen biri olarak ülkemizde çekilen bu diziyi değerlendirmemek olmazdı. Bu yüzden çok da detaya girmeden üzerine bir şeyler karalamak gerekiyordu. Çünkü dijital medya platformlarında son zamanlarda yayımlanan distopik yapımlarla büyük benzerlik içerdiği için muhtemelen Netflix tarafından da kabul görmüştü. Ancak ikinci sezonuna onay gelmemesine şaşıranlar oldu. Ancak asıl şaşırılması gereken nokta dizinin birinci sezonunun yayımlanmasıydı. Sıcak Kafa aslında dijital medya platformunun özellikle distopya konusunda beklentisini karşılasa da dizi olarak yavan bir diziydi…
Sıcak Kafa dizisinin ilk olması açısından değerlendirildiğinde fena değil fakat dünyanın genelinden değerlendirirsek listelere girecek, konuşulacak, gündem yaratacak özgünlükte bir dizi olmadığını ve dizinin içerisinde çok fazla acemilik olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle genel olarak diyaloglar aşırı derecede yavan ve bazı duygular izleyiciye geçmiyor. Dizinin merkezine oturan, dizini baş kahramanı Murat Siyavuş’un yaşadığı dilemma… Yani bir yandan sıcak kafa meselesinden duyduğu ıstırap var diğer yandan topluma umut olma ihtimali… Daha başından itibaren direnişin başlayacağı zaten anlaşılıyor fakat kahramanın çektiği ıstırap o kadar zayıf verilmiş ki; Siyavuş’un hangi ikilem içerisinde kaldığını ve karar vermekte neden bu kadar zorlandığını dizi boyunca tam olarak bir yere oturtamıyoruz. Dizinin yavanlığı buradan ileri geliyor. (Bir parantez açacak olursak; yönetmenin daha önceki dizileri arasında Ah Polis Olsam, Muhteşem Yüzyıl, Beni Böyle Sev, Muhteşem Yüzyıl Kösem gibi yapımlar var. Diziyi yönetmenden bağımsız olarak değerlendirmemek gerekiyor.)
Sosyalist, demokrat bir okumayla dizinin mevcut Türkiye ile benzeşen yanları olduğu düşünülebilir. Hatta dizinin birçok yerine yerli yersiz serpiştirilmiş imgelerle bunu güçlendirmek de mümkün fakat nedense tam olarak öyle olmadığını da görmek gerekiyor. Çünkü ortada var olan çelişkilerin ele alınış tarzı çok çok zayıf. Mesela verdiği duygu üzerinden gidersek, dizi SMK’ya karşı büyük bir nefret oluşturmuyor. Bu kısmen dizinin iyi yanı da sayılabilir, çünkü konu yalnızca direniş tarafının ya da yalnızca sömürge tarafının gözünden ele alınmamış fakat eğer bir şeyle mücadele etmek istiyorsan öncelikle onda çok bariz sevmediğin bir şeyler olmalı. Genel olarak geçen duygu; “SMK cidden salgınla mücadele eden bir devlet kurumu ve yöntemleri tartışmalı fakat esas sorun SMK’da değil, onun Marmara temsilcisinde” gibi duruyor. Yani Marmara temsilcisi olan ‘kötü adam’ yerine entrikacı olmayan ortalama bir memur atanırsa sorunların azalacağını da düşünmek mümkün. Yani öfke ‘kötü adam’ a yöneliyor, sistemin kendisine değil! Dolayısıyla; ‘sistemde ciddi bir sorun yok, sistemi yönetenlerde sorun var’ algısı ön planda. Velev ki diyelim senaryo bize sistemde sorun olduğunu da düşündürdü, peki ama bu dizinin sorunlar yumağı haline gelmiş bu distopya karşısına koyduğu ütopya nedir? Bunun cevabı çok basit; “Günümüz Türkiyesi’ne dönüş.” Ya da bir 20-30 yıl önceye. Bu tür yapımların tamamı bilinçli veya bilinçsiz ‘şimdi’ güzellemesi üzerinden mücadele azmini kırabiliyor. Genel çerçevede filmde verilen mesajın bu olduğunu söyleyebiliriz; “Günümüze, içinde bulunduğumuz duruma şükredin…”
Biraz daha detaylar üzerinden yorumlayacak olursak; birinci olarak bu tür bir ele alışla bu senaryodan dizi değil, belki iki buçuk üç saatlik bir film çıkar gibi duruyor. Diziye dönüştürebilmek için konulmuş detay sahneleri dizinin geneliyle bütünleşmiyor ve bazı yerlerde abes bile kalabiliyor. Dolayısıyla dizi olmaktan ziyade daha çok film olarak ortaya konulacak yoğunluktaydı diyebiliriz. Kitabını okumadım ama senaryosu diziyi kaldırabilecek nitelikte görünmüyor. Birçok diyalogun dizinin bütününü besleyen yanı yok ve diziye çok fazla eklektik duruyor. Mesela Şule’nin Siyavuş’un esas niyetini anlama şekli bir sonraki bölümü merak ettirecek bir bölüm finali sahnesi olması gerekirken daha o andan itibaren senaryoyu ele veriyor…
İkinci olarak konu esinlenme dahi olsa bir özgünlüğü var. Konuşarak geçen bir abuklamadan söz ediliyor ve gerçeklikten uzaklaşılmamış. Çünkü böyle bir rahatsızlık hakikaten de var. Öyle konuşulunca insandan insana bulaşmıyor ama insan o rahatsızlığa yakalanınca abuk sabuk konuşuyor, yani abukluyor. Emin olmamakla birlikte ismi ‘Parafazi’ olması gerekiyor, böylesine bir dayanaktan yola çıkılmış olmasını olumlu buldum. Fakat dizinin içerisinde o kadar çok cevapsız soru var ki... Mesela sağırlar bu rahatsızlık karşısında doğal bağışıklı mı oluyor? Yoksa bir şekilde onlara geçiyor da el hareketleriyle mi abukluyorlar? Karantina bölgesindeki abuklar nasıl besleniyor, bilinçleri tam olarak ne durumda, yemek yerken abuklamayı bırakıyorlar mı? Durup su içiyorlar mı? Buna benzer birçok eksik, diziyi ister istemez acemi bir hale getiriyor. Mesela Saramago’nun kitabını okurken aklımızda böyle soru işaretleri kalmıyor. Körlük rahatsızlığına kapılan insanların tüm özelliklerini biliyoruz. Fakat “abukların özelliği nedir” diye sorsam vereceğimiz tek cevap ‘abukluyorlar’ olur. Fakat bunlar tam olarak hangi insani özelliklerini kaybediyor, yeni kazandıkları özellikler neler? Açlık, cinsellik gibi güdüleri ne durumda? Sevebiliyorlar mı, neyi ne kadar hissediyorlar? Bunların hiçbiri ne imgesel anlamda ne de kör göze parmak şeklinde dizide yer bulamıyor. Bu da işin sinemasını vasatın altına çekiyor.
Diğer bir konu; yukarıda da belirttiğim gibi kahramanımızın yaşadığı ‘cehennemi’ dizi boyunca tam olarak bir yere oturtamıyoruz. Siyavuş’un bu özelliği dizinin ana konusu oysa… Kahramanımızın nasıl biri olduğunu açıklamaya çalıştığımızda zeka seviyesi yüksek, mülayim ve fazla konuşkan olmayan bir tip olduğunu belirtebiliriz. Dizide belli bir iki yerde kahramanımızın kendi isyanı olmasa bu meseleyi nerdeyse hiç anlayamayacağız. Diğer yandan bunları kahramanın sadece kendi söylemlerinden ediniyoruz, o konuşuyor ve biz inanıyoruz hepsi o. Oysa sinema böyle bir şey midir? Bütün gerçeklerin anlaşılması için karakterlerin ağzından duymak zorunda kalıyorsak orada bir vasatlık vardır. Diğer yandan Siyavuş’un o meseleyi yaşamaktansa bağışıklığını kaybedip, abuklamaya yakalanma riski artıyor ve biz bunun nedenini dizi boyunca tam olarak oturtamıyoruz. Hangi ‘cehennem’ filmin ana hattı olarak görünen ‘cehennemden’ yani abuklamaktan daha cehennem olabilir ki? Kafa ne kadar ısınırsa ısınsın, abuklamaktan daha büyük bir yangın ortamını yaratabilir mi?
Direniş grubunun tutumu ise öyle havada, ortada kalıyor. Artı bir denilen oluşum basit bir sivil toplum kuruluşu mu yoksa bir direniş örgütü mü? Dizinin bütününden ve hatta sezon finalinden anlamamız gereken bunun bir direniş örgütü olduğu fakat dizinin içindeki küçük zaman dilimlerinde bir büroda çalışan sistem içi sivil toplum kuruluşu gibi duruyor. ‘Her iyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi vardır’ mantığıyla hem SMK içerisine hem de Artı Bir’e bulunduğu ortamla uyuşmayan ya da ‘makul’ düşünen bireyler koymuşlar fakat bunların hiçbiri oturmamış…
Artı bir örgütü içindeki ‘radikal bir eylem’ için örgütlenen grubu ele alalım. Dizi zaten tarafını belirlemiş ve bize de bu hissettirildi. Neyi öğütlüyordu o sahneler cidden? Radikal olan grubu ve senaryodaki ‘uç eylemi’ değerlendirirsek ‘radikallik’ adı altında bir devrim eleştirisi mi vardı? Daha çok radikalliği kötülemek için bilinçli olarak eylem tarzını itici yapmışlar gibiydi. Direnişin bile bütün arayışı ‘makul’ olanaydı ve bu ‘makul’ bildiğimiz anlamda ‘makul’ değildi. Daha çok ‘makul olalım, aşırıya kaçmayalım, bizim sistemle sorunumuz yok, yönetenlerle var’ makullüğüydü. Yani ismini koyacak olursak liberalizm kokusu aşırı derecede yoğundu. Kitaptaki senaryoda nasıl yazılmış bilmiyorum fakat yönetmenin yukarıda çektiği dizileri de değerlendirirsek ‘haksızlığa karşı başkaldırın’ mesajından çok ‘sömürgecilerin çizdiği çerçeveyi aşmadan bir şeyler yapın’ mesajı daha çok ön plana çıkıyor. Daha sade anlamıyla,; DİRENMEYİN!
Öte yandan sinemada imgeler önemlidir, yerli yerinde kullanılır ve aynı zamanda o sahnenin ve dizinin tamamlayıcısıdır. Hatta sahnenin büyük çoğunluğunu küçük bir imge anlatır bazen. İyi kullanılırsa çok güçlü bir anlatım metodudur. Dizide kullanım tarzı biraz tuhaftı. Mesela duvardaki poster gözümüzün içine sokuldu ve dikkatimizi çekti. Tamam da dizinin genel anlatımıyla bağı neydi? Bir bezin üzerinde tarihi ‘yaşam ağacı’ figürü vardı. Yaşam Ağacı’nın arkaik döneme kadar sarkan bir mazisi var ve hemen hemen tüm kabile ve topluluklarda etkili bir simge olmuş. Daha çok İbranilerde etkili ve hatta Davut Yıldızı’nın dahi bu ağaçla bağlantısı kuruluyor. Bu ağacın köklerinin toprağa uzanışı üzerine dahi çok fazla felsefi değerlendirme, yorum yapılabilir ama o sahnede o ağacın işlevini çözemiyoruz. Zerdüşt geleneğinde ölümsüzlükle bağdaştırılıyor bu ağaç ve acaba onun üzerinden mi bağlamayı düşünmüşler diye düşünsek de iyi oturmuyor. Anladığımız kadarıyla bu mesele de aynı ‘yaradılış hikayesinde’ olduğu gibi Mezopotamya’dan filizlenip İskandinavya’ya kadar kültürel bir yayılım göstermiş bir mesele. Hastalara şifa olduğu da söylenir, toplumsallık ile bağı da kurulabilir ve daha birçok şey. Esas işlevi ise ‘bilgelik’ vermesi. Fakat ne amaçla imgesel olarak bu dizide kullanılmış diye sorunca altı öyle boş kalıyor ki. Ya çok yüzeysel bir bağlam kurulmuş ya da süs diye oraya konulmuş. Dizide bu gibi birçok oturmayan, daha çok sadece yerli yersiz ‘serpiştirilen’ imgeler mevcuttu.
Sonuç olarak günümüz distopik filmleri gibi Sıcak Kafa dizisinin de ‘mevcut’ olanı yumuşatma işlevselliğiyle ön plana çıktığını söyleyebiliriz. İletişimin, ulaşılabilirliğin bu kadar arttığı bir dönemde doğal olarak ortaya çıkan insanların karşı koyma gücünü, distopya üzerinden sistemin sindirme metodu olarak görebiliriz. Filmlerin ve dizilerin psikolojik boyutunu da unutmamak gerekir ki; her filmde aslında kısmen insanların o yaşama dahil olup sinemanın bitmesiyle içinden çıktığını düşünürsek; sistem, kısa bir distopyanın ardından ‘kendi gerçekliğimize dönüşle bizi bir şekilde rahatsızlığını duyduğumuz gerçekliğimizin güzellemesine uyandırır. Yine de farklı bir dinamik yakalamaya çalışan Sıcak Kafa’nın detayları, diyalogları ve mesajlarının parçalılığıyla derinleşmeyi yakalayamayan ancak konu itibariyle izlenebilir bir dizi olduğunu söyleyebilirim…