O kadar kendi dertlerimizle, kendi yarattığımız küçük cennet ve cehennemlerde vakit harcıyoruz ki aslında gerçekten ne manayı anlayabiliyoruz ne de maddeyi. ”Gece”, günün en karanlık saatleri ama ancak o vakitlerde beynimizde, zihnimizde gün doğuyor. Dünyadaki gece ve gündüz kavramları aslında zihnimizde tam tersi. Düşünmek, neyi düşündüğünü bazı zamanlar bilmeden sadece düşünmek, kendini ve manayı umarsızca düşünmek. Ağlayarak geliyordu insan dünyaya ve bu küçük mucizede bile biz ağlayabiliyorduk, bu dünyada başımıza gelecekleri veya gelebilecekleri kestirmişiz gibi. Atalarımızın yaşanmışlıklarına yeni yaşanmış taze acılar bırakacakmış gibi. Hepimiz aslında o kadar yalnız ve çaresiziz ki çoğu zaman, kendi ördüğümüz duvarlarda birer tuğla oluyoruz. Ya da o duvarı yaşanmışlıklarla örüyoruz. Hepimiz aslında bu koca yalnızlığımızdan kaçmak için çabalıyoruz; bir çıkış yolu veya ne bileyim bir işaret bekliyoruz. Bazen insan hiç tanımadığı bir insana sarılıp durduk yere ağlamak isteyebiliyormuş ve o anda sadece şaşkın şaşkın bakabiliyorsun. Kadının başı göğsünde, senin nefesin kadında... sanki sonsuz bir acıyı o an seninle paylaşmak... onu sana veriyor.... ve sen alıyorsun. Bazı kadınlar acılarını öpüşerek paylaşır, bazı adamlar manalı ve derin bakarken. Bazı kadınlar dans ederek, gülerek ve sana güvenerek paylaşır acılarını. Hep ağlıyordu insanoğlu arınmışlık hissine bağımlılığından ve kimi zaman mutluluktan bile ağlayabiliyordu. Kafam kadar karışık yazdıklarım, düşüncelerim kadar ucu bucağı olmayan cümlelerle kurulu. Hüzünlü bakan kadınları sevdim hep derin bakan kadınları, sorun seviyordum ve bu sorunlar beni hep buldu. Onlar güzel bakan kadınlardır, güldüklerinde bile acı vardır gizledikleri gamzelerinde. Hep bir tarafları alaycı, her zaman şairane ve gizemli.... kasten yaptıkları bir şey değil tabiatları böyle. Dünyayı umursamazlar ama bir köpeğin ayağına batan cam için saatlerce ağlayabilirler. Hüzünlü kadın deli bir kadındır, kaldırmasını bilmeyeni Achilles gibi yaralar topuğundan ve sen sadece topuğuna giren bir ok ile nasıl ölmekte olduğunu anlamadan seni de o gözaltı torbasına hapsedip taze hüzünler bulmaya gider. Bir kadın da istese dünyaca ünlü bir şair olabilirdi ama onlar hep gizdir onlar hep şiirlerini gözlerinde taşır. Kadın yarım saat önce dans ederken yarım saat sonra tanımadığı bir adama sarılıp ağlayabilir, onu öpebilir ve bu son ikisini aynı anda yapmayı da gayet güzel becerebilir. Öpüşmek öyle ucuz bir şey değildir, insanın kimliğidir, kafa kağıdıdır öpüşmek. Bir kadını sevişerek değil öpüşerek tanırsın. Nelerden hoşlanır, neleri sevmez; tutkuları, hırsları, hayattan beklentileri nedir... Kelimeler konuşmaz artık o vakitten sonra, ağız artık kendini kelimeler olmadan anlatır. Hüzünlü kadınlar güzel bakar ve güzel öpüşür, dudaklarında bir zehirle sanki bir kara dul gibi... yasak elma tadında bir zehir onlarınki. Beynin tanrı olur o vakitten sonra ve seni atar mantık cennetinden, artık düştüğün aşk dünyasında yalnızsın. Aşk “yalnız” bir adamı ihya edebilir. Hüzün ise olgunlaştırır, büyütür. Hep hüzünlü kadınları buldum ben, onlar çok güzel severler çünkü. Ölmekten korkan adamlara ölümsüzlüğü tattırırlar dudaklarında. Ağızlarındakine tükürük bezleri derler... inanmayın onlar nektar bezleridir. Her yiğidin harcı değildir hüzünlü kadın sevmek, evvela işe bulmaca çözmekten, puzzle yapmaktan başlamalı ve sabrı öğrenmeleri için en zor seviyeden maket yapmalarını öneririm. Yoksa siz başka bir adamın çözmesi için önüne gelen bulmacada bir soru, puzzleda bir parça ve maketin yapıştırılmayı bekleyen ufak bir parçası olursunuz bir anda. Ben hep hüzünlü bakan, göz bebekleri kocaman kadınları sevdim, güzel baktım onlara ve güzel öptüm onları. Ben hep deli kadınları sevdim, daha da delirttim onları ve göz altı torbalarına hapsettirdim kendimi. Bu kadar mutlu olmanın peşinde nefessiz koşarken iki insanın mutsuzluğundan nasıl mutluluk çıkabilirdi ki? Ağlayarak geliyoruz dünyaya, muhtemelen alzheimer hastası olup gülerek veda edeceğiz bu dünyaya. Bir adamın yalnız olmak istediğini anladığı an aslında çok buruk bir andır, eskileri temizlemenin verdiği buruk bir acı. “Gitmeselerdi olurdu ama gittiler”in burukluğu. Bir zamanlar sahip olduğun büyük aşkın yerini kabullenişin aldığı an (ki vazgeçmek ile kabullenmek tamamen apayrı iki şeydir), o kabullenişin getirdiğinin götürdüğünden çok olduğunu fark ettiğin an, sevinmekle üzülmek arasında gidip geldiğin o ana denk gelmekte. Çok sevdim, delirecek kadar ve delirtecek kadar. Çok sevdi delirecek kadar ve beni içindeki yer altı mezarlığına gömecek kadar. Ölmüş birini nasıl canlandıramazsan ölmüş bir aşkı da öyle canlandıramazsın. Öyle değildir o iş, mucize gerekir, ulvi bir dokunuş, bir nefes gerekir. Kimse kimseyi çok sevdiğine inandırmamalı, çok sevse de, çok sevmese de bunu ona inandırmamalı. Mutlu olduğunda unutuyordu insan ve bu mutlu olduğu an genelde takıntılı beynimiz tarafından mümkün olduğunca kısa tutuluyordu. Ben hep hüzünlü bakan kadınları sevdim, ben o derinliği, o uçsuz bucaksızlığı, o deliliği sevdim. Bana hep güvenleri bir tabakta geldi ve ben görgü kurallarını bilmeyen bir çocuk olduğum için bazen tabakları boş verdim, bazen ise evde yanlışlıkla kırdım o tabakları. Artık hissediyorum, benim tabağa koyacak bir şeyim var. Hüzünlü bakan kadınlar hep beni sevdi.