Kardeşimin bir akvaryumu vardı. Tek bir balık vardı akvaryumda, turuncu renkli Japon balığı. Her sabah ona düzenli olarak aynı saatte yem verirdim, yemleri yemesini izlerdim ve izlerken ona isim verirdim. Her gün başka bir isim… Çünkü bir önceki gün verdiğim ismi hatırlamazdı. Hatırlamazdı biliyorum çünkü ismiyle seslensem tepki vermezdi, ben de yeni bir isim verirdim o gün o ismi öğrenirdi.

 

Bir gün boyunca ismini bilirdi ertesi sabah bilmezdi. kıskanırdım onu. Sonra bir sabah, önceki gün verdiğim ismi söyledim, hatırladı. Suyun üzerine doğru yüzdü, yem vereceğimi biliyordu çünkü. Yemleri serptim suyun üzerine… Suyun üzerine çıkıp hareketsiz kaldı. Hatırlamak laneti oldu sanırım...

 

Ben hiç unutmuyorum ya da bazı şeyleri unutmuyorum diye mi böyle yaşıyorum? O gün çok düşündüm bunu. Kardeşimi arayıp balığın öldüğünü söyledim. ‘’ihtiyarlamıştı zaten’’ dedi ‘’Çok bile yaşadı.’’

 

Kim nasıl karar veriyor kimin çok yaşadığına? Elimi daldırıp suyun içine balığı avucuma aldım. Sonra sahile indim. Manzarası güzel olan yerine. Küçük bir çukur kazdım parmaklarımla, gömdüm oraya. Sade bir cenaze töreni oldu, katılım fazla değildi ve kimse sormadı nasıl bilirdiniz diye. Zaten kendisi de bilmezdi nasıl biri olduğunu. Belki de bildiği gün öldü. O günden beri akvaryum boş. Öyle duruyor kenarda. Yaşadığım odayı o akvaryuma benzetiyorum bazen. Pencerelerinden dışarı bakıyorum. Birileri geçip gidiyor baktığım yerlerden. Bazen karşı binadaki pencerelere gözüm takılıyor. Gördüklerimi ertesi gün unutacak şekilde bakıyorum. Biliyorum, hatırlarsam yaşadıklarımı, biri alıp beni gömecek belki, hem de gömdüğü yerin manzarasına bile dikkat etmeden...

 

Hiçbir zaman resim yapamadım ben. İlkokuldayken resim derslerinde ne çizersem hemen üzerine ne olduğunu yazardım benimle dalga geçmesinler diye. Ama çizdiğim resimden çok bunu yazmamla dalga geçtiler. Bu yüzden nefret ederdim resim derslerinden. Bir kız vardı, ne çizerse çizsin çok güzel olurdu. Bir gün bana da öğretsene demiştim resim çizmeyi, kalemi yanlış tutuyorsun dedi, anlamadım. Önce kalemi tutmayı öğren dedi. Sonra kendiliğinden çizersin resimleri. Yine anlamadım. Bir kalem nasıl tutulabilirdi ki? Sonra gittim o kıza aşık oldum. Belki bana aşık olursa nasıl kalem tutacağımı öğretir diye. O sevmedi beni. Gitti pahalı kalemleri olan bir çocuğu sevdi. Şimdi evde oturuyor iki çocuğa bakıp, o çocuğa hizmet ediyor. Ben hala kalem tutmayı bilmiyorum.

 

İnsanlar ölürken tüm hayatı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer mi? Bunun gerçek olabileceğine dair bir makale okumuştum. Beyin çok tuhaf bir organ. Öleceğini anladığında o anları katlanılabilir kılmak için mutluluk hormonu salgıladığını ve bu hormonun da insanın hayatındaki güzel anları hatırlatıp acıyı azaltıp mutlu olmasını sağladığını açıklıyordu. Peki o insanın hayatında kayda değer hiçbir güzel anı yoksa? O insanların gözlerinin önünden akıp giden film şeridinde ne gördüğünü merak ediyorum.

 

Biri ölürken hayatı film şeridi gibi gözünün akıp gidiyor mu bilmiyorum ama sevdiğimiz birini kaybettiğimizin haberini alınca, onunla paylaştığımız anların tamamı gözlerimizin önünden akıp geçmiyor mu? Konuştuklarımız, birlikte yaptıklarımız, gittiğimiz yerler, paylaştığımız sırlar… Bir daha onların hiçbir tekrarı olmayacağını bilmenin hüznüyle baş etmeye çalışmak. Beynimiz gerçekten tuhaf bir organ. Ölürken bizi mutlu ediyor ama sevdiğimiz biri ölünce onu hatırlatıp üzüyor… Yaşıyor olmaktan mutsuz olabilir mi?

 

Konfor alanı insanın ruhunu çürütüyor. Mutlu olmasa da, mutsuz olmamak pahasına sahip olduğu konfor alanını kaybetmeyen insan bir süre sonra bu duruma alışıyor ve tavizler vermeye başlıyor kendinden. Tüm ihtiyaçların giderebildiği evinden dışarı çıkmak istemiyor gibi. Evinden dışarı çıkmadığı için daha az insanla muhatap oluyor. Daha az insan, daha az sorumluluk, daha az vicdan azabı, daha az kaos ve karmaşa hayatında. Bir süre sonra kapatıyor kendini telefonunu kapatır gibi. Arayanlara dönmüyor, mesaj atanlara cevap vermiyor çünkü bozulmasını istemiyor o konfor alanının… Sonra yalnız ölüyor…

 

Defalarca düşmüş biri için bu düşüşün bir anlamı yok artık. Ne zaman düşsem bunu söylüyorum kendime, yeniden ayağa kalkabilmek için. Düşünüyorum da, yeniden düşmek için mi ayağa kalkıyorum artık? Ya da ayağa kalkabileceğimi görebilmek için mi düşmeme izin veriyorum… Bazen insanları düşünüyorum. Düşmüş ama kalkamamış, kalkmış ama yeniden düşerse bir daha tutunamayacak hiçbir şeye… Nasıl yapıyorlar bunu? Yani nasıl dayanıyorlar bu korkuyla, yeniden düşerim korkusuyla yaşamaya…

 

Kalem yerine klavye kullanmaya başladığımdan beri, çizemediklerimi yazıyorum. Yazarken hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp gidiyor ve ben ihtiyar bir balıkçı gibi oltamı sallayıp anıların arasına tuttuklarımı su üstüne çıkarıyorum. Gerçek kişi ve kurumların yazdıklarımdan zarar görmemesi adına, özel hayatın gizliliği ilkesine uygun olarak, abarta bildiğim kadar abartıyorum. Benim konfor alanım öyle dar ki… Bir çalışma masası genişliğinde. Ve benim konfor alanımın sınırları, tuhaf çalışan beynimin kurduğu hayallerin içerisinde… Düşüyorum bazen, nerede olduğumu bilmiyorum. Kaybolup gitmişim, geçmişle gelecek arasında. Ne zaman kendime gelsem, geldiğim gerçekten kim, anlayamıyorum…