Her sabah uyandığımda bacağımın arkasından başlayıp yukarı doğru çıkan ağrı, o sabah da bana ilk günaydın diyen olmuştu. Yaklaşık 3 senedir her uyandığımda bana kendini hatırlatır, yüzümdeki yıpranmış ifadeyi günler boyu tekrarlamamı sağlardı. Yıpranma kelimesi uzun süren hastalıklarla yaşayan biri için en isabetli tabirlerden biri olsa gerekti.

Çalan telefon alarmımı kapatmak için yatağımdan kalktım ve bir an uyandığımda ilk duyduğum şeyin telefonumun alarmı mı yoksa belimden bacağıma, bacağımdan ayağıma kadar uzanan ağrı mı olduğuna karar veremedim. Çok düşünmek istemediğimden olsa gerek dün geceden çıkardığım ve masanın üstüne fırlattığım kıyafetleri bir hışım giydim ve evden süratle çıktım.


Evimden minibüs durağına hızlı adımlarla yürürken hastanede oluşacak diyalogları tahmin etmek benim için pek de zor değildi. Doktor:

— Selim Bey yaşınız henüz çok genç, gerekli tedaviyi alıp doğru sporu yaparsanız iyileşme görürsünüz.

— Aslında şey, bu tedaviyi almıştım ama pek faydasını göremedim.

— Olur mu öyle şey, daha çok gençsin fayda görmemenizin imkânı yok.

Yine de her gittiğim yerde bir mucizenin gerçekleşip farklı bir şey söylenmesini beklemek benim salaklığımdan değil de insan denilen varlığın bitmez tükenmez umudundan kaynaklanıyor olsa gerekti.


Minibüse bindiğimde varacak olduğum yerin bilincinde olduğumdan içimdeki sıkıntıyı bir türlü defedemedim. Çok fazla düşünmemeye çalışarak şoföre doğru yöneldim. Pek para hesabı yapmayan biri olduğumdan olsa gerek elimi cebime atarak elime gelen tüm bozuklukları, kafasını bana doğru çevirmeden elini arkaya uzatan şoförün avcunun içine döktüm. Şoför önce dolu avucuna sonra da kafasını çevirip bana baktı; çıkık elmacık kemikleri, sık siyah saçları ve kapkara gözleriyle nerden baksan 20'li yaşlarında olduğunu tahmin ettim. Bakışlarından ve hareketlerinden ne diyeceğini tahmin ettiğimden hafif gülümsedim, o bana para üstünü vermekle meşgulken ben onun yüzüne ve vücuduna bakarak sağlığına imreniyordum. Hemen hemen aynı yaşta olduğumuzun farkına vardım, bu farkındalık beni daha da kötü hissettirdi. Neşeli bir surat. Hiç geri yaslanmayan bir sırt (ben her gittiğim yerde sırtımı nereye yaslayabilirim diye düşünürdüm) ve gençliğin verdiği bitmek bilmeyen enerji. Tam bu sırada şoförün kafasının üstündeki büyük aynaya bakmamak için kendimi zor tuttum, biliyordum ki kendimi gördüğümde az önceki niteliklere sahip insanla kıyaslayacak ve aramızdaki farkın acı gerçekliğiyle baş başa kalacaktım.


Kalmadım, ya da ben öyle zannettim. Minibüsten inip yürümenin çok da kötü bir fikir olmadığına kendimi inandırıp hastaneye yürüyerek gittim. Hastanenin kendine has kokusu ben daha içeri adımımı atmadan burnumun direğiyle çarpışırken beyaz mavi ışıklar bana ciddi olmam gerektiğini fısıldamıştı bile. Böyle bir uyarıya gerek bile olduğunu zannetmiyorum ancak üzerimdeki muzip ciddiyetsizliğin sebebi bir bilinmezlikle ilgili değil de diyaloglarına kadar ezberlediğim trajikomik bir tiyatronun birazdan oynanacak olmasındandı.


Bu, doktorla ilk görüşmemdi ama yine de odasını bulmakta zorlanmadım, kapıya gelince bir elinde bastonu diğer elinde gözlükleriyle muayene olmaya geldiği belli olan yaşlı bir kadın beni karşıladı. Bu sabah uyandığımdan beri beni sarsan olaylar zincirinin son halkası olduğunu düşündüm ve kendimi benim burada bu yaşlı insanlarla ne işim var dememek için zor tuttum. Kapının önündeki yaşlı kadın gözlerini meraklı bakışlarla bana doğrulttu ve “Evladım beni ne zaman alırlar?” diye sordu. Benim de onun gibi muayene olmaya geldiğimi anlamamasının sebebi yaşımın gençliğinden olsa gerekti. Tam bu düşünceler beni dipsiz karanlık suların dibine batırırken bir sesle yukarıya doğru çekildiğimi hissetim:

— Hasta Selim Başarır!!!

Hemşirenin tiz sesi koridoru inletince yüzümdeki yalancı tebessüm yerini ciddiyete bıraktı. Aralık kapıyı açmadan kalan boşluğu doldurdum. Kapıdan girince siyah gömlek ve üstündeki beyaz önlükle oluşturduğu tezatlığı üzerinde bulunduran doktor, kafasını önündeki kâğıttan kaldırmadan:

— Hoş geldiniz, dedi. Yüzündeki bıkkınlıktan daha ağır basan yorgunluk ifadesini henüz oturmadan fark ettim.

— Sağ olun, deyip tam önündeki koltuğa oturdum, soluklanmadan ve biraz da yakın gelecekteki istikbalimi merak ettiğimden olsa gerek hastalığımla ilgili şeyleri ve daha önceki doktorların söylediği bütün gerekli gereksiz bilgileri bir bir anlattım.

Doktor gözlüğünün önüne gelen saçlarını sürekli arkaya atıyor anlamadığımı düşündüğü birçok terimle hikâyemi tamamlamaya çalışıyordu, bense onlarca doktor görüşmesinden sonra doktorun söylediği bütün terimlere hakimdim. En sonunda dayanamayıp sözümü kesti:

— Bakın emar (mr) dosyanız, burada sırtınızda 2 tane fıtık var birisi l5 s1’de olmak üzere tam 2 tane, ikisi de orta düzeyde, bunları fizyoterapi alarak tedavi edebilirsiniz.

— Evet ama bacağıma da vuruyor, bazen zor uyuyorum; üstelik daha önce de tedavi aldım ama faydasını göremedim, diye cevap verdim ve beklediğimin gerçekleşmesinin sinirinden istemsizce elimle gözlerimi kapattım. Doktor, psikolojimin kırılganlığını anladığından olsa gerek sandalyesinden öne doğru eğildi ve bana daha samimi davranarak ya da öyle hissettirmeye çalışarak sözlerine devam etti:

— Bakın henüz çok gençsiniz, sizin yaşınızdaki hastalara ameliyat önermiyoruz, üstelik ameliyat da bunun için kesin çözüm değil, sizin için en uygun tedavi bu şekilde gözüküyor.


Son kalem olan ve psikolojik olarak beni biraz olsa da rahatlatan ameliyat seçeneğimin de savaştan büyük bir hasarla çıktığını anlayınca yerimden kalktım, dudaklarımı içeri çekerek başımla selam verdim ve odadan çıktım.

Hastaneden çıktığımda sandığımdan daha büyük bir çaresizlik içinde olduğumu anladım ancak düşündüğüm ve kendime dert ettiğim şeyin sadece hastalık olmadığını fark ettiğimde günümün son acı farkındalığını yaşamıştım. Yıllar boyu süren ağrılarım, tedaviler için harcanan onlarca para, genç yaşımda imrendiğim yaşıtlarım, herkesin eğlendiği anlarda sinsi bir toz bulutu gibi etrafımı saran karamsar duygular ve en sonuncusu halime içi parçalanan ama elinden bir şey gelmeyen ailem.


Telefonumun cebimde titrediğini hissettiğimde hastaneden çıkmış uzun dik bayırı ağrılarımla beraber aşıp kocaman bir ağacın altındaki banka oturmuştum. Arayanın kim olduğunu bildiğimden cebimden telaşsızca çıkardım, telefonun ucundaki annemin meraklı sorularını yağmur damlası gibi üstüme boşaltacağından şüphe duymadığım için cevap vermeden geri koydum.


Sağlığımın elimde olduğu günleri imrenerek hatırladım ama ondan daha çok özlem duyduğum şeyin sağlıklı psikolojim olduğunu bugün daha iyi anlamıştım. Herhangi bir hastalığın fiziksel etkisinin psikolojik etkisinin yanında devede kulak kalacağını, kısa hayatımın hiçbir evresinde ön görememiştim. Altına oturduğum ağacın hışırtıları kulağımı okşayınca kafamı yukarı doğru kaldırdım; uzun dalları, yemyeşil yaprakları ve güçlü gövdesini görünce yüzümde sebebi belli bir gülümseme belirdi. Okuduğum kitabın sözleri aklıma şimşek gibi düşüvermişti:


“Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.''