Şiirin bahçesinde sohbetlerimize devam ediyoruz. Bugünkü konuğumuz şair Meryem Coşkunca. İlk şiir kitabı “Geceyle İşlenen” ile 2016 yılında Arkadaş Zekai Özger şiir ödülüne layık görüldü. İkinci şiir kitabı “Sana Nasıl Ulaşabilirim” ile insana özünü hatırlatma yolculuğuna devam etti. Meryem Coşkunca aynı zamanda İngilizce öğretmeni ve şu anda Diyarbakır’da görev yapmaktadır.

 

Sevgili Meryem, bahçemize hoş geldin. “ Her şey kendini bir eksikliğin hıncıyla büyütür” diyorsun “Toz” adlı şiirinde. O hınç senin için ne anlam ifade ediyor?

 

Öncelikle merhaba. Uzun zamandır şiir üzerine düşünmüyordum. Bu söyleşi sayesinde yeniden düşünme imkânı buldum. Vesile olduğun için çok teşekkür ederim. Fazla sıkmadan ve uzatmadan sorulara döneyim. Her eksiklik insanda büyük bir yer kaplar ve olmayan şeylerin gürültüsü olan şeylerin gürültüsünden daha fazladır. O hınç tüm bunların toplamıydı, bir tür öfke duygusu diyebiliriz.

 

İnsanın hissizliğine ve yaşananları hemen unutmasına yönelik sitemin var şiirlerinde. Her şeyin çabucak unutulması ve insanlar tarafından doğallaştırılmasının yanında büyüyen bir sessizlik de var. Şiirlerinde buna karşı mücadele eden bir şair olarak neler söylemek istersin?

 

Hafızayı diri tutmaya önem veriyorum hem yazdıklarımda hem yaşam pratiğimde. ‘’İnsan unutandır ve unutulmaya mahkum olandır’’ demişti Didem Madak ama bir yerde yazı varsa ses varsa unutmamaya da direnç vardır. Buna inanarak yazıyorum. Sessiz miyiz? Bilmiyorum gerçekten. Özeleştiri yapmamız gereken çok yer var evet ama hafıza meselesi unutmama meselesi çok içerden ilerleyen bir şey gibi geliyor bana. Sessizlik de bir direniş biçimi değil mi? Yine de ben sesten yanayım. Ne olursa nasıl olursa ille de ses!

   

Yalnızlık teması şiirlerinde keskin bir şekilde görülüyor. Özellikle gün içindeki nasılsın sorularının ve yan yana olunan kalabalıkların yapaylığından daha çok tenimizden ötesine dokunabilecek insanların yokluğu hissediliyor. Yalnızlığın bu denli derin olmasının sendeki etkileri ve şiirlerine yansıması nelerdir?

 

Yazmak hem muhteşem bir şey hem de lanet gibi. Ne zaman yazma fikrine girsem dünya ile aramda mesafe olması gerektiğini de bilirim. Boşluk hissiyle yazıyorum ki bunu kabul etmek bu hisle yazmak gerçekten zor, meşakkatli. Dışarıdaki herhangi bir ses, insan, eşya vs. yazı ile aramdaki ilişkiye dahil olmamalı çünkü yazıdan uzaklaşırım, düşünmekten uzaklaşırım, boşluk bozulur. Yaşamla aradaki dengeyi kurmak zor oluyor ama zaten şiir de o dengesizlikten çıkıyor. Yazan insan bir şekilde yalnızlaşmayı da göze alıyor sanırım. Bu yüzden hem muhteşem hem de lanet.

 

“Günler de geçiyor kim için?” dizesi zamanın anlamsızca geçişi ve bu geçişte kendimizi bulamamamızın sancılarının sorusu. Zamana anlam kazandırmak, üzerine biraz konuşalım istiyorum. Bize bu dizenle neler söylemek istedin?

 

Bu, yazıyor oluş derdi ile alakalı. Yazıyor olmak insanın kendini zamanın dışına itmesi demek biraz da. Ben yazarken öyle hissediyorum. İlk insan da benim son insan da… Var olan da benim hiç olan da… Olan ile olmayan eşittir. Geçen ile geçmeyen eşittir. Tüm saatler birdir çünkü ötesindesindir. Şiir var olandan verili olandan çıkma imkanı sunduğu için kıymetli geliyor bana. Sokakta herhangi birine bu fikirlerimi söylesem deli derdi, neyse ki şiir var. Şiir sayesinde deliliği özgürce yaşayabiliyoruz çünkü gerçekten delilik.

  

Şiirlerinde en sık kullandığın metafor; kuyu. Kuyunun sendeki anlamı ve şiirlerindeki yeri için neler söylersin?

 

Kuyuyu düşününce aklıma hep boşluk ve karanlık gelir. Geceyle İşlenen’de yer alan şiirler karanlık şiirlerdi benim için. Işıksızdı. Ölümü çağıran aynı zamanda ölüme götüren şiirlerdi. Ölüm de karanlık ve boşluktur. Kuyuyu bir çeşit "ölü evi" olarak düşünebiliriz.

  

Şiirlerinde dikkat çeken bir başka nokta ise yazmanın senin için bir üretim sürecinden daha çok yaşama belirtisi ve kalabalığın içindeki kaybolma tehlikesine karşı direnme gücü olması. Yazmanın direnme gücünü senden dinleyelim.

 

Doğdum evet ama bu bana yetmedi. Var olmak için isimden öteye geçmek gerekiyor. Üretmek bir çeşit varoluş şekli. Bence beni bu isteğe getiren en temel şey ise sözü dinlenmeyen ikinci plana atılan bir kız çocuğu olmamdı. Yaklaşık on senedir şiir yazmak gibi bir çaba içindeyim ve kendimi giderek daha çok duyuyorum. Bununla birlikte birileri de beni duyabiliyor. Seslerin ulaşması ve çoğalması ciddi bir direnme şekli. Var olma hissini yaşıyor insan. Az şey yapmıyoruz bence ve bu söyleşi de seslere dahil.

 

Geleneksel aile yapısının getirdiği sıkıntılar ve baba kız ilişkisi senin şiirlerinde de yer alıyor. Geleneksel aile yaşamı ve baba figürünün çocuklarına yaklaşımı nasıl görünüyor senin şiirlerinde?

 

Faşizmin olduğu her ilişkide bir diktatör vardır ve aile, faşist bir yapıdır. Baba figürünü diktatör olarak düşünüyorum. Diktatör olan ne yapar? Baskı altına almaya çalışır. Kontrol eder. Şiddet uygular. Karşıya kendi olma hakkını tanımaz. Baba figürünün şiire yansıması çok doğal çünkü şiir otoriteyi yıkmak isteyen, düzen bozmak isteyen, baskıları reddeden, aykırıyı seven bir tür. Şiirde bu otoriteyi yıktığımdan beri yaşam içinde de daha keskin ve aykırı olabildiğimi düşünüyorum.

 

Hiçlik kavramının içine koca bir dünya sığdırılmış senin şiirlerinde. Bu hiçlik ve içine sığdırılan yaşam senin için neler ifade ediyor?

 

Geceyle İşlenen’de var olan şiirleri yazdığım süreçte çok kafa yoruyordum hiçlik üzerine. Varlıktan çok hiçlik ilgimi çekiyor. Yaşamdan çok ölümü merak ediyorum. Olmuş şeylerden çok olmamış şeyleri düşünüyorum. Şiir böyle aksak eksik kusurlu yerlerden çıkıyor. Hiçlik bu yüzden içi çok dolu bir şey. Yaşamın içinde böyle hissediyorsak bu felakettir ama şiirde düşünüyorsak götüremeyeceği öteler yoktur. Bu ayrımı iyi yapmak gerekiyor kanımca.

 

Sevgili Meryem, son olarak bahçemizde bütün misafirlerimize sorduğumuz soruyu sana da sormak istiyorum. Zor günlerin acısı var hala içimizde bu bağlamda umudumuz diri tutmak adına, bizimle bir dize paylaşmanı istesek hangi dizeyi paylaşırsın?


‘’şimdi senin uzanıp yattığın otlarda/ yarın yeni bir yeşillik büyüyecek’’


A. Zekai Özger