Tüm inandıklarımı gözden geçirip soyağacımızı çıkarıyorum. Aslında ne olduğumuzu çok iyi biliyoruz. Ve bilmek bir çözümden çok bir çıkmaz oluyor bizim için.

Aşk, sonuçsuzluklar bütünü.

Aşık olduğum adama hiç şiir yazamadım ben. Hiç, güzel bir söz de söylemedim. Aşık olduğumun farkında bile değildim zira. "İsterse defolup gitsin." derken gayet ciddi bir umursamazlık vardı. İşte her şey orada başlamıştı. Kaybetmeyi baştan göze almak, sonsuza kadar sahip olmayı istemekten daha elim bir şeye hazırlıyor insan denen mahlukatı.

Sustum. Sadece yaşayabilecek kadar enerjim vardı. Uykumdan uyanabilecek kadar. Ağlamak yerine koyu renkli mide ağrılarım olacak kadar. "Sevgilim" dediğinde yadırgadığım bir adamın nesi kalmıştı bende bilmeden, hem kaçtım hem bulmak istedim. Kötü alışkanlıklarımın hepsi o noktada başladı. Çok uyku, hiç makyaj, çok sigara, hiç sohbet, çok içki, hiç sarhoşluk, çok kaçış, hiç aradığını bulamayış... O seni aşık yapmaz, sen kendi kendini aşık yaparsın o senin burnunu silerken yaşadığın utangaçlıkla, topukların kumsala batarken yaşatmaya çalıştığı romantizmle, tüm yaşam tarzına zıt bir hareketle yanında kimseye tahammül edemediğini açıkça söylediğinde, vesaire vesaire vesaire. Hepi topu bana kalan tek bir soru oldu, minicik gözlerine beni nasıl sığdırdığı. Bazen parmaklarımla gözlerini aralayıp, bence böyle beni daha iyi görebilirsin, demek gelirdi içimden. İdraki benim için hep imkânsız olacak bir hayranlık nedeni.

Ve bunlar onun için onunla yapılmış ilk karşılaşma. Şimdi yapabildiğimiz, birbirimiz için saçma mutluluk içerikli kartlar. Sonra bir gerçek daha doğuyor, ben bu konuda gayet katı ve cadı olarak, tamam diyene kadar onun eksik kalması gerekliliğini içeren cümleler kurmaktan kaçmak için hiçbir iyi niyet sonesi kurmadan o parkı görmezden gelmek. Bu konuda ki uzmanlığımın yumuşak zemine kat kat dökülen beton gibi olması kabullenişin kademesi oluveriyor.

 Şimdi sen beni, ben seni ayrı bir köşeye oturtmaya çalıştığımızda, priz almış o betonun dışına çıkamadığımızı görüyoruz. Hiç söylenmemiş kelimeler, yapılmamış hareketler olduğunu sandıklarımız sadece öncekilerin türevi, integrali, üssü, karekökü... Edebiyatın karmaşıklığı içinde suratımıza vuran matematiksel, kavrayışı basit gerçekler. Senin için yazılmış her şiir, beraber söylediğiniz türküler -şarkılar demiyorum, onlar gün içinde rutinleşmiş kalıyor türkülerin yanında, türkülerden daha az söylense dahi- sen sigaranı yakarken seni izlemesi, iki dakika önce çılgınca gülerken daha evinin kapısına varmadan o attığı süper hızla desteklenmiş, dokunmatik yazılmış, sonu noktalama işaretlerinin israfına neden olan modern mektuplaşma ile duygusuz bir terkediş benim de hislerime aşina.

Birbirimizden istediklerimiz apaçık bir bencilliğin ürünleri. İyi-kötü diye ayırt etmiyorum. Parçalanmamış bir bakışla bu böyledir. Benim için iyi olan şey senin içinde doğrudan iyidir. Ama sen bunu istiyor musun, diye sormam asla sana. Basit sorular sormaktan korkarız çünkü. Öznesi, yüklemi ve bir adet nesnesi olan gayet basit cümleler bizi iki boyutlu görüntü haline getirir. Oysa her matematik ispatı, sadeleştirmekten ve birini ötekine benzetmekten geçer. Şiirleri de uzun yazılardan daha çok sevmemizin ve sevmememizin nedeni budur. Benim senin için istediğimi sen de kendin için istiyor musun, sevgili? Bu cümle on bir kelimeden ( tek başına anlamı olmayanlar da dahil) oluşmuştur. Basite yakındır. Kurduğun hayaller seni ilgilendirir, beni değil. Onların hiçbirini, beni terk edeceğin gün olacağı gibi, bana sormadın ve sormayacaksın da. İtiraf edeyim ben de yapmadım, yapmayacağım.

Sen benim hüznüme ben senin hüznüne dokunmaya yelteneceğiz. Mahremiyetimizin mahremiyetine inmek konusunda delice bir savaş vereceğiz. Birbirimizde bilmediğimiz her şey için hoyratça hırpalayacağız. Evet hiç bağırmayacağız mizacımız gereği birbirimize, ben mesela sana hiç küfür etmeyeceğim ve bu daha acı olacak bu yüzden. Benim seni ikna etmem, senin beni ikna etmen sadece birbirimize sunduğumuz bir lütuf olacak ve her seferinde bunu ima etmekten alıkoyamayacağız kendimizi. İkimiz içinde birer dejavu olacağız. İçinde yaşamamış olduğumuz birkaç kırıntı olacak elbet.

Dur, daha bizim kitaplardan alıntılanmış sözlerimiz olacak. Ele güne çaktırmadan bağırdığımız serzenişlerimiz, silinecek şiirlerimiz, telefon numaralarımız, gizliden takibe alacağımız profillerimiz, dönüp dönüp okuyacağımız mesajlarımız... Dur, daha bile bile lades oynayacağız. Hoş, eğer yeteri kadar birbirimizin kökünü kazırsak seni hiç yaşamamış varsayabilirim ben.

Çok söz vermiştin değil mi? Kimini de tutamadın, insanlık hali. Bende de var rahat ol. Senden bunu istersem ağzıma bir tane vurabilirsin.

İşin en tuhaf tarafı da, bu kadar çok söz sahibi olabilmem, bir çocuğun avuç içine sığabilecek isteklerim ve kana kana susmam. Hayal ediyorum, dünya üzerindeki her insanın sesi yok olsa, konuşamasa ve bundan dolayı paniklemeden bir gün yaşasa. Susarak baksak sadece birbirimize. Bi'çocuklara, bi'hayvanlara, bi'rüzgara ve bi'denize dokunmasalar. Güzel olurduk. Hatta bence konuşmaya başladığımızda bu hisse başka bir isim bulurduk, her dilde aynı. O zaman özlerdik sevdiğimizi söylemeyi, o zaman özlerdik sevgilinin adının yapraklarda yankılanışını, o zaman özlerdik türküsünü dinlemeyi, o zaman özlerdik kitabını okuyuşunu, o zaman özlerdik laf açabilmek için saçma sapan cümlelerinin çocuksu heyecanla gırtlağından çıkışını... İnsan kaybedince nelerini özlemiyor ki.

Her yaşta çocuk olmak yasaklanmalı bence. Çocuk yaşta çocuk olacaksın, onu da bu kadar farkındalıkla boğmayacaksın. Bilmeye meyilin olmayacak, büyütmeyeceksin. Aşkın aşk olduğunun farkına varmayacaksın. Aşk bir sonuçsuzluksa, bir bilinçsizlik çıktısı da aynı anda. Oysa ben ne yaptım şimdi, her şeyin bir kere daha altını çizdim. İyi halt ettim.