Sırtında kahverengi çantası ve elindeki cam fanusla kaldırımda bekliyor ve yoldan karşıya geçme fırsatı kolluyordu. Nihayet bir boşluk yakaladı ve Ekşişehir Tren Garı’nın karşısındaki Seyhan Çay Bahçesi’ne doğru yürüdü. Saat 21.30’du, Balkara’dan hızlı trenle geldi ve aktarma yapacağı tren 23.30’daydı. O süre içinde oturup zaman geçireceği bir tek orayı bulabildi. Feridun, kapıdan içeri girdiğinde çok kalabalık olduğunu gördü ve çalışan garsonların da koşturmaca içinde olduğunu fark edince kimsenin onunla ilgilenmeyeceğini anladı. Hemen kendisine boş bir masa bulup oturdu. Çantasını yanındaki sandalyeye, cam fanusu da masanın üstüne koydu. Önce bir süre kendini garsonlara göstermeye çalıştı fakat böyle olmayacağını anlayınca seslenmek zorunda kaldı,


-Bir çay verir misin?

-Tabii ki. Hemen getiriyorum.


Cevabını alır almaz cebinden sigarasını çıkardı. Balkara’dan trene binmeden almıştı, bu yüzden sigara paketini daha yeni açtı. Garson tam da dediği gibi hemen getirdi çayını. Çaydan bir yudum aldı ve sonra sigarasını yaktı. Gözlerini fanustaki balığa dikti. Japon balığı denilen türdendi ama ona hep ''Şimendifer'' derdi.


Feridun, saatin bir türlü geçmediğini düşünerek sigarasını söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Ve bir anda masasına biri geldi,

-Merhaba, oturabilir miyim? Uzaktan baktım da yalnız oturuyordunuz, galiba birisi gelmeyecek. Boş masa kalmamış da bence tren saatime kadar şurada oturabilirim, diyerek karşısındaki sandalyeyi gösterip Feridun ağzını açmadan oturdu.

Feridun, adamı dinlerken yoruldu, ne söylerse söylesin oraya oturacağını anladığı için bir şey söyleme gereksinimi duymadı, sadece gözleriyle takip etti.


-Şey, pardon, adımı söylemedim. Ben Hikmet. Balkara’da Tıp Fakültesi'nde öğrenciyim. Hızlı trenle oraya gideceğim de saatini bekliyorum. Ya sen?

Feridun soğuk bir şekilde, istifini bozmadan cevap verdi,

-Ben Feridun. Demek doktor olacaksın. ''Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor… Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun?''

Hikmet, ufak seslerle kahkaha attı,

-Memnun oldum Feridun. Galiba edebiyatla fazla ilgilisin. Bana Oğuz Atay’dan alıntıyla cevap vereceğine, düşünmemeni öneririm. Daha sağlıklı. Çünkü ne ben Albay Hüsamettin’im ne de Tehlikeli Oyunlar’ın içindeyiz.


Feridun, Hikmet’i dinlemiyor, sigarasını yakmış, Şimendifer’in fanus içindeki hareketlerini takip ediyordu. Hikmet, yanından geçen garsonu durdurup limonata istedi. Feridun’a dönerek,

-Japon balığı değil mi bu balık? dedi.

Feridun,

-Evet ama Şimendifer onun adı.


Hikmet, önce adının anlamını, sonra bir balığa neden isim verdiğini sordu ama Feridun, onu dinlemediği için cevaplamadı. Yarım saat kadar böyle konuşmadan oturdular. Feridun fanusu izlerken, Hikmet limonatasını içip etrafı izliyordu. Feridun garsondan çay istediği sırada Hikmet bu fırsatı kaçırmadan,

-Öğrenci misin? Ne okuyorsun? diye sormaya başladı.

Feridun,

-Balkara’da Gazi Üniversitesi’nde demiryolu mühendisliği okudum. Mezun oldum. Bugün diplomamı aldım, dedi soğuk ve net bir şekilde.

-Ee, mezun oldun, nereye gidiyorsun şimdi? Memleketine mi? Hangi trene bineceksin?

Feridun, Hikmet’in bu sorularından kurtulamayacağını anladı.

-Babamın yanına gidiyorum. Dallıkeser’de yaşıyoruz. Mavi Tren’i bekliyorum, dedi.


Bir süre daha oturduktan sonra Hikmet, çantasını ve valizini alıp içtiği limonatayı ödedikten sonra tren garına gitti. Giderken Feridun’la vedalaşmaya çalıştı ama Feridun, pek oralı olmadı. Hikmet gittikten sonra bir süre daha oturdu ve garsondan beşinci çayını isteyip onuncu sigarasını da yaktı. Saatine baktı ve trenine yarım saat kaldığını gördü. Çayını hızlıca içip sigarasını yarım bırakıp söndürdükten sonra parayı masaya bıraktı ve çantasını sırtına, fanusu da eline alıp tren garına doğru yürümeye başladı.

 

Tren garına girdikten sonra yapılan anonstan, dördüncü perona gitmesi gerektiğini öğrendi. İşte, Mavi Tren oradaydı. Etrafında biriken kalabalık, dikkatini çekti. Trenin kalkmasına daha vardı ve bir banka oturup insanları izlemeye başladı. Son sigaralarını yakan yolcular, sevgilileriyle vedalaşan insanlar, kamp çantalarını sırtlamış binecekleri vagonu arayan bir arkadaş grubu, birkaç durak sonraki köy duraklarında ineceklerini düşündüğü yaşlı amcalar ve teyzeler… Feridun da trene binmeden son sigarasını yaktı ve bir banka oturdu. Bekleyen insanları gözlemlerken yanına birisi oturdu, genç bir kadın; kısa saçlı, orta boylu, gözleri çekik, hafif dişlek bir kadın. Ne olduğunu, neden oturduğunu anlamak istercesine bakıyordu ve oturan kadın,

-Güzel balık. Ama fazla yaşamıyorlarmış, öyle duymuştum, ölünce ne yapacaksın? Ağlar mısın? Bir de çok saçma olacak ama sigaran var mı ya, tren kalkmadan içeyim, benimki bitmiş, dedi.

Feridun, istifini bozmadan sigara uzattı,

-Yıllardır besliyorum. Ağlamam ama yenisini alır, yine beslerim.

Oturan kadın, sigarayı yakıp etrafını izlerken,

-Neden? Bu hayatta illa bir şeye bağlanman mı gerekiyor? Bir balık olmadan yaşayamıyor musun? Çok saçma.

-Belki de hayattaki tek tutunacak dalım, bu balıktır.


İkisi de birbirinin yüzüne bakmıyordu ama oturan kadının bu kadar umursamaz olması ve beklemediği bir soru sorması Feridun’u içten içe sarstı.

-Bir dala tutunmak zorunda mısın? Dalı bıraksan belki düşeceğin yerde daha güzel bir hayat vardır. Mesela fanus elinden kaysa veya birisi sana çarpsa, düşse, kırılsa ne yapacaksın, nefes alamayacak mısın? Çok fazla saçma bunlar, dedi hâlâ oturan kadın.


Feridun, kadının söylediklerini umursamamaya çabalıyor, sorularına cevap vermek istiyor ama önce olayın bu kısmıyla yüzleşmekten kaçamıyor. Oturan kadın kısa süreliğine Feridun’u boşluğun içine bıraktı. Tam kafasını çevirip kadının yüzüne bakmak istedi ki oturan kadın ayağa kalktı ve elini uzattı,

-Sen kesin bu balığa isim de koymuşsundur, dedi.

Feridun, tam ''evet'' diyecekti ki oturan ama sonra ayağa kalkan kadın, sözünü kesip,

-Gerçekten çok saçma, dedi.


Daha sonra sigara için teşekkür etti ve arkasını dönüp uzaklaştı. Kot şortlu, siyah çantası olan kadının arkasından trene binene kadar baktı. Uzun zamandır kimse ona bu şekilde yaklaşmamıştı ve bunun etkisinden olsa gerek, Feridun ilk defa bir kadından etkilendi. Galiba yüzünü bir daha hatırlayamayacağı oturan kadından hoşlanmak üzereydi. Ama sonrasında kendi kendine şunu söyledi, “İki dakika içerisinde hayatımda var olup sonra kaybolan bir kadını düşünmek ‘çok saçma’ olurdu galiba.” Oturduğu yerden kalkıp çantasını ve fanusunu alarak dördüncü vagona doğru yürüdü ve merdivenlerden çıkarak koltuğunu bulmaya çalıştı. Kırk dört numaralı koltuk, tek kişilikti. Çantanın içinden romanını ve kulaklığını aldıktan sonra çantasını üst taraftaki bölmeye yerleştirdi. Koltuğuna oturup arkasına yaslanınca bulunduğu vagona çocuklu bir aile binmesin diye çok istedi ama trenin kalkmasına beş dakika kala bir karı koca ve küçük çocuğu yedi sıra önüne oturdular. Bu sefer de ''İnşallah çocuk ağlamaz.'' diye söylendi.


Tren hareket etmeye başlayınca elleriyle, önündeki koltuktan sarkan sehpaya koyduğu fanusu tutmaya başladı. Oturan kızın dediği gibi ya düşer de kırılırsa ne yapardı acaba, bir an bunu düşündü. demiryolu mühendisliğini bitirmiş bir öğrenci olarak şu an kendisini uygulamalı bir derste gibi hissetti. Trenin özelliklerini, vagonun özelliklerini, rayların yapısını kendi kendine tekrar ediyordu. O sırada yanındaki ikili koltukta oturan çiftin, koridor tarafında oturan yaşlı amcadan bir ses duydu. Bir an dönüp baktığında ona seslendiğini anladı.


-Nerelisin yeğenim?

-Dallıkesirliyim amca.

-Neresindensin? Nereye gidiyorsun?

-Kayaştepe’de oturuyorum.

-Annen, baban ne işe yaparlar? Biz de Mimzir’e gidiyoruz.

-İkisi de öldü amca. Annemi hiç görmedim, ben doğduktan kısa süre sonra ölmüş. Babam da on sekiz yaşımdayken öldü. Bir iş kazasında vefat etti.

-Allah rahmet eylesin yeğenim. Ee, kimin kimsen yok mu senin? Nereye gidiyorsun şimdi?

-Yok amca. Balığımdan başka kimsem yok. Ama babama gidiyorum.

-İyi, ne güzel… Ailenin mezarına git tabii. Bol bol dua et yavrum. Sevaptır. Okuyor musun sen?

-Bitirdim. Üniversite okuyordum, bu sene bitti. Demiryolu mühendisliği okudum. Babam demiryolu işçisiydi, o çok isterdi, ben de okudum, mühendis oldum.

-Oh, oh ne güzel yeğenim. Haydi gözün aydın.


Amcanın hayattaki tek gayesi Feridun’la sohbet etmekmiş gibi sözü biter bitmez horlayarak uyumaya başladı. Feridun, amcayla nasıl bu kadar rahat sohbet edebildiğine ve amcanın bu kadar çabuk uyumasına şaşırdı ama sonra umursamadan dışarı bakmaya devam etti. Saat geceyi bulmuştu ve vagondaki horlama sesleri artmaya başladı. Birkaç kişinin tepe lambası yanıyor, bazıları kitap okuyor, bazıları da kulaklıklarını takmış müzik dinliyorlardı. Vagonun koridora açılan kapısının üstünde tuvaletin boş olduğunu gösteren bir sensör yanıyordu ve Feridun bunu gördükten sonra okuduğu romanı koltuğunun altına sıkıştırdı, fanusu da eline alıp tuvaletin yolunu tuttu. İçeri girdi, fanusu devrilmesin diye lavabonun içine koydu, arka cebinden ıslak mendili çıkartıp klozetin oturulan yerini temizledi. Sonra pantolonunu sıyırıp oturdu. Fanusun üstüne koyduğu kitabı aldı ve en son kaldığı yerden, ayracı tutturduğu sayfadan okumaya başladı. Feridun hayatı boyunca genellikle kitaplarını tuvalette okurdu. Üniversite yılları boyunca devlet yurdunda ve kalabalık odada kaldığından kafa dinlemek için yalnız kalmak istediğinde hep tuvalete giderdi. Ona göre bu hayatta huzur bulduğu, kendisiyle baş başa kaldığı, kendi dünyasına girebildiği tek yer tuvaletti. Bu yüzden trende de horultular arasında değil -her ne kadar tuvalet camından tren tekerinin raylar üzerinde çıkardığı o cızırtılı ses gelse de- tuvalette okumayı tercih etti. Babası öldükten sonra geceleri çok fazla uyuyamadığı için tren yolculuğunda da fazlasıyla zamanı vardı ve bu zamanı herkes uyurken tuvalette kitap okuyarak geçirebilirdi. O da aynen öyle yaptı.


Feridun, annesini hiç görmediği için hayattaki velinimeti babasıydı. Bu yüzden, babasının ondan demiryolu mühendisi olmasını istemesi, Feridun lisedeyken babasının ölmesi onun için bir hayat gayesi olmuştu. Ve bugün diplomasını alan Feridun, büyük bir gururla babasına doğru gidiyordu. Babası, hep oğluyla beraber çalışacağı günleri hayal ederdi. Baba oğul çok güzel bir yaşantıları vardı. Babası, annesi öldükten sonra hiç evlenmedi, Feridun’a tabiri caizse hem annelik hem babalık yaptı. Feridun, annesizliğin getirdiği bir çekingenlikle küçüklüğünden beri pek fazla arkadaş edinmedi. Bu yüzden büyüdükçe babasıyla arkadaş gibi vakit geçirdiler. Bazen babası gelene kadar evde yemek hazırlardı, temizliği yapardı. Hafta sonları hiçbir zaman evde durmazlardı, hep gezmeye giderlerdi. Şu hayatta yapabildiği çoğu şeyi ona babası öğretti. Babasının işte olduğu süre dışında hep beraberlerdi. Ta ki babası bir gün akşam eve hiç gelmeyene kadar…


Feridun, kapı tıklatılınca kendisine geldi. Kitaba bayağı kaptırmıştı. Yaklaşık bir saattir orada olduğunu fark etti. Hemen toparlandı, sifonu çekti, kitabını koltuğunun altına sıkıştırdı, fanusu da eline alıp tuvaletten çıktı. Kapıda bekleyen adam ters ters bakmadığına göre çok fazla bekletmediğini düşündü, sevindi. Kimseyi rahatsız etmeden koltuğuna oturdu. Kitabını bırakıp kulaklığını aldı. Eğer uyursam ve fark etmezsem, diye fanusu ayaklarının arasına koydu. Telefonunu cebinden çıkartıp kulaklığını taktı. Müzik çalar kısmında Cem Karaca ayarlıydı. Babası çok severdi, evde Cem Karaca plaklarını dinleterek büyüttü onu. Cem Karaca’nın Ceviz Ağacı şarkısında tanıştı Nazım Hikmet’le. O şarkıda öğrendi, Nazım’ın sevgilisiyle buluşacağı zaman polisten kaçıp ağaca tırmandığını. Tamirci Çırağı’nı dinlerken hep babasını düşünürdü. Sanki babasıydı o tamirci çırağı. Listenin başına Ceviz Ağacı’nı koyan Feridun, kitabının yanındaki şiir defterini çıkardı ve Nazım’ın şiirinden bir parça okumak istedi. Bu alışkanlığı babası kazandırmıştı. Her gece yatmadan önce baba oğul karşılıklı bir şiir okuyup öyle uyurlardı. Feridun şiir defterini açtı, bir tanesini seçti ve geceye gözlerini kapattı.

 

İçimde mis kokulu

Kızıl bir gül gibi duruyor zaman.

Ama bugün cumaymış, yarın cumartesiymiş,

Çoğum gitmiş de azım kalmış, umurumda değil.

 

Sabah erken saatte uyandı. Saat 06.30’du. Şimendifer, ayaklarının arasında sapasağlam duruyordu. İlk işi ona yem vermek oldu. Daha sonra fanusu yanına alıp yemek vagonuna geçti. Orayla ilgilenen görevliden çay ve iki poğaça isteyip boş bir masaya oturdu. Saat ilerledikçe trendeki yolcular yavaş yavaş uyanıp yemek vagonunu doldurmaya başladılar. Trene son anda binen çocuklu ailenin de yemek vagonuna geldiğini görünce çocuğun gece boyunca ağlamadığını hatırladı. Kahvaltısını bitirip kalkarken tren, Dallıkesir Tren Garı’na geldi. Bu, Feridun’un ineceği durağa yaklaştığını gösteriyordu. Yolculuğu bitmek üzereydi. Kendi vagonuna yürüyüp koltuğuna oturmadan önce çantasını indirdi. Tren hareket etmeden çantasından bir harita ve bir de ufak not kağıdı çıkardı. Harita ve not kağıdıyla uğraşırken o sırada biletçi geldi. Saatlerdir aynı yerde oturduğu halde biletçi yine de biletini kontrol etti. Feridun haritayı açmış bakarken bir yandan da saatini kontrol ediyordu. Yan koltukta oturan amca hâlâ horlayarak uyuduğu için başka kimse de Feridun’un o haritayla ne yaptığını sormadı ve öğrenemedi.


Ayağa kalkan Feridun çantasını sırtına taktı, haritayı koltuğunun altına sıkıştırdı, cam fanusu -Şimendifer’i- oturduğu koltuğun üstüne koydu ve iki vagon arasına doğru yürüdü. Vagon arasında bekleyen Feridun, son kez saatine ve haritasına bakıp vagon kapısını açtıktan sonra hızla ilerleyen trenden kendisini aşağıya, rayların yanlarından taşan balast taşlarına bıraktı.


Arka vagonlarda bu olayı gören yolcular, hızlı bir şekilde görevlilere bildirdi. Tren acil bir durumla hemen fren yaptırıldı. Yetkililer aranıp haber verildikten sonra olay yerinde inceleme başlatıldı. Olayın intihar mı yoksa cinayet mi olduğunu araştıran görevliler, Feridun’un oturduğu vagona gidip yolcularla konuşmak istedi fakat oturduğu koltuğa gider gitmez onları bir sürpriz bekliyordu. Koltukta duran fanusun içindeki kırmızı Japon balığının yanında, poşetin içinde duran bir not kağıdı vardı. Yetkili polis, poşetin içinden bir A4 kağıdı çıkardı. Not kağıdının en üstünde iki tane gazete başlığı bulunuyordu. Bunlar yerel gazetelerin yıllar önceki baskısıydı. En üstte şöyle yazıyordu; “ŞİMENDİFERİN ALTINDA KALAN İŞÇİ”. Onun altında da “Şimendiferin Altında Kalan İşçi İhmal Sonucu Öldü. Peki Katili Kim?” Bu gazete kağıtlarının altında el yazısıyla yazılmış bir not bulunmaktaydı.


“Evet! Çok sevgili yetkililer. Siz bu notu okuduğunuzda ben çoktan diplomamı almış, babamın yanında olacağım. Bundan tam beş yıl önce, bugün beni bulacağınız konumda bir mühendisin ihmali sonucunda babam, trenin (yani onun sözleriyle şimendiferin) altında kalarak hayatını kaybetti. Ama iki tane yerel gazete hariç hiçbir ulusal gazetede ve televizyon kanallarında haberi yapılmadı. Çünkü o hatalı mühendisin, yüksek devlet makamlarında tanıdıkları vardı. Kimsenin babamın hakkını aramaya gücü yetmedi, herkes susturuldu. Çünkü babamın benden başka, benim de babamdan başka kimsemiz olmadığı için herkes bizi görmezden geldi. Ben, geçen o beş yılda her gün babamın katilini gün yüzüne çıkarmak için yaşadım. Yine susturdular. Nezarete attılar. Tehdit ettiler. Okuldan atılmakla tehdit edildim. Ama yine de davamdan vazgeçmedim.


Nevzat Karlıyürek, 25.09.2013 tarihinde Dallıkesir ilinin Kayaştepe Tren İstasyonu yolu üzerinde, o gün yetkili makine mühendisi, bugün ise TCDD (Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları) Genel Müdür Yardımcısı olan Bedir Dalbudak’ın ihmali sonucunda tren -şimendifer- kazasında ölmüştür.


Bu notu okuyan yetkili kişi, eğer benim kadar cesaretin varsa, bırak benim intiharımı araştırmayı, babamın katilini adaletin ellerine bırak. Tabii eğer bu ülkede, bu dünyada adalet diye bir şey varsa. Ama sen yine de bırak yetkili kişi. Bu ülkenin namuslu insanlara da ihtiyacı var.


Ben, Feridun Karlıyürek. Yaptığım bu hareket bir intihar değil, bir cinayetin gün yüzüne çıkması, bir katilin tutuklanması için yapılmış dava hareketidir. Bu benim davamdır!”


Olayın üstünden bir hafta geçti ve büyük bir azimle bu davayı devam ettirmek isteyen yetkili kişi, görevden atılmakla tehdit edilip Doğu illerinden Karakari’nin en ücra yerleşimine sürüldü. Feridun, babasının ölümünü tekrar gün yüzüne çıkarmak için intihar etmiş olsa da babasının kaderi gibi yalnız iki yerel gazetenin haberine manşet olabildi. Ama eminiz ki baba oğul mutlu ve gururlu bir şekilde tekrar bir araya geldiler.