İçim titriyordu.


Daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Yapayalnızdım. Asla elimi bırakmayan annemi şimdi nereye baksam göremiyordum! Sağa döndüm, sola döndüm, parmak uçlarımda dikilip annemin sarı saçlarını aradım gözlerimle ve İstiklal Caddesi’nin büyük kalabalığının içinde ona benzeyen tek bir kadın göremedim. Küçük kalbim bir serçe gibi kanatlarını hızla çırpıyor, nefesimi kesiyordu. Gözlerim dolmuştu ama gözyaşlarımı dökmemek konusunda ısrarcıydım. Annem hep öyle tembih ederdi ve biliyordum; birazdan beni gelip bulacak, yumuşak, sıcacık kolları arasında saracak ve belki birazcık kızdıktan sonra öpücüklere boğacaktı. 


 Yapmadı.


Tüm caddeyi boydan boya koştum; annemin girmememi söylediği ara sokakları bile aradım fakat ne onu ne de onun küçük simit tezgâhını gördüm... Onsuz ne yapardım? Başka kimsem yoktu ki! O da arıyor muydu beni? Kim bilir ne kadar korkmuştu... Hava da kararıyordu. Soğuk rüzgâr tenime sertçe çarparken ben minik ellerimle kollarımı sıvazlayarak ısınmaya çalışıyordum. Gösterişli mağazaların eskiden içimi cıvıl cıvıl eden ışıkları şimdi korkuyla sarsılan zihnimde tehlike çanlarının çalmasına sebep oluyordu. Uzun boylu adamlar ile güzel kadınlar ellerinde büyük alışveriş poşetleriyle benim küçük bedenimin yanından hızla geçiyor, bazı insanlar da gözyaşlarımla ıslanan buz kesmiş yanaklarımı ve o çaresiz halimi görünce bana acıyarak bakıyorlardı. Annemin dinlemekten büyük haz aldığı kemancılar ve diğer sokak çalgıcıları yerlerini almış, uzun saçlı genç erkek toplulukları caddeyi doldurmaya başlamıştı. Caddede bir şenlik havası vardı şimdi ve bu beni öyle korkutuyordu ki… Kahkahalar, gülüşmeler, el ele gezen sevgililer ve kimsenin tasvip etmediği fakat benim bayıldığım tarzda giyinen gençler… 


Saatlerdir arıyordum annemi ve tüm çabam boşunaydı. Ah, keşke bilseydim evimizin yolunu! Küçüktü ve zar zor ısınıyordu fakat annemin sıcak kollarında uyumayı, ağrıyan gözlerimi dinlendirmeyi ve tekrar güvende olmayı öyle çok istemiştim ki… Onun teninin kokusuyla uyanmayı, güzel sesiyle mırıldandığı şarkıları dinleyerek güne hazırlanmayı; her gün bu kocaman şehrin farklı bir semtinde sabahları fırından aldığımız mis kokulu, tazecik simitleri satmayı, yaptığımız o kadar parmak hesabı pratiğinden sonra para üstünü benim vermeme müsaade etmesini ve kıt kanaat geçinsek de onun yanımda olmasının verdiği huzurla tekrar uykuya dalmayı… 


Hava buz gibi olmuştu ve titriyordum şimdi. Zayıf bedenim hıçkırıklarımla sarsılıyordu, çarptığım insanların öfkeli cıklamalarına aldırış etmeden koşuyordum. Gidebileceğim tek yer olduğunu düşündüğüm İnci Pastanesi’ni bulmaya çalışıyordum. Oradaki insanları az da olsa tanıyordum, bana meşhur profiterol tatlılarından ikram ederlerdi. Belki ben annemi bulana kadar orada kalmama izin verirler, diye düşündüm. Az kalmıştı, gözlerimi pastanenin loş ışıklarına dikmiş önüme bakmadan koşuyordum ancak birden yere kapaklanmış buldum kendimi. Pembe eşofmanımın dizleri yırtılmıştı ve akmaya başlayan kan ödümü koparmıştı. Kimsesiz bir sokak çocuğuydum ben şimdi ve bir sürü insan yanımdan geçip gitti ama yalnızca birisi kalkmama yardım etti.


"Gel kızım." dedi, "Eve gidelim."


Bu sözcükler annemin dudaklarından dökülmüş olsaydı dünyanın en mutlu insanı ben olurdum ama ince kolumu sıkıca tutan o değil; yaşlı ve uzun boylu, kel bir adamdı. Kendimi onun kocaman elinden kurtarmaya çalışıyorken bağırıyordum; o ise bana ‘‘kızım’’ diye hitap etmeye devam ediyordu. Bağırışlarım yerlerini tiz çığlıklara bıraktığı zaman insanlar beni ondan ayırdı ve onların iri bedenleri arasında kayboluyordum şimdi. Tek bir şeyi istiyordum: bu caddeden uzaklaşmak ve bir daha asla geri dönmemek.


Geçmişe bağlı yaşayan biri değildi annem ve ben de onun gibi olmak isterdim ama yetimhanedeki yatağımda geçirdiğim bazı soğuk gecelerde avlıyordu beni asla unutamadığım anılarım. O geceki soğuğu bir daha hiç tatmadım ve belki de korkudandı ama bir daha hiç öyle yapayalnız kalmadım. Bir sürü arkadaş edindim kendime benim gibi annesi, babası olmayan ama çoğu onları nerde bulacaklarını biliyordu benim aksime. Belki soğuk ama çiçekler açan bir parça toprağın altında, belki de sıcacık bir eve açılacak herhangi bir kapının ardında... Büyüklüğüyle insanları korkutan ve uğruna gemilerin karadan yürütüldüğü bu şehirde, İstanbul’da ben nasıl bulacaktım annemi? 


O gece nereye gideceğimi bilmeden, nefesim kesilene kadar koştum. Tarlabaşı, Dolapdere, Osmanbey... Açlıktan midem ağrıyordu ve dilim damağım kurumuştu. Çok değil birkaç saat önceki gibi bir yabancının kolumdan tutup beni götürmesinden korkuyordum ve içim bu düşünceyle titriyordu. Sadece onunla değil tabii, soğuk rüzgarla da.


Gözlerim ağrıyor ve başım çatlıyordu. Yedi yaşındaki küçük bedenimi en azından sabaha, güneş doğuncaya kadar uyanık kalmaya zorluyordum. Arada bir başım dönüyordu ama kendimi cimcikliyor, bayılmamanın bir yolunu buluyordum.


Yine de uyku daha tatlı geliyordu aydınlığın düşüncesinden. Uyursam zaten hemen sabah olacaktı, zaman hayatımın en uzun gününden sonra uykuya dalmamla birlikte akıp gidecekti. Yorgunluğum mantığımı böyle süslü ve dinlenmeyi vadeden sözlerle ikna etmişti sonunda. Gözlerim sabah olana kadar -muhtemelen birkaç saat kalmıştı- kıvrılabileceğim bir yer arıyordu ki tiz bir sesle miyavlayan sokak kedisini işitti kulaklarım. Yavruları onun peşinde dönüyor, memelerinden birini ağızlarıyla tutuvermek için birbirlerini itekliyorlardı. Anneleri yan yattı ve hepsi onun üzerine tırmandı; çok açlardı belli ki. Ben de açtım, ama onlar kadar şanslı değildim sanırım. Onların anneleri yanlarındaydı. Sahiden, benim annem neredeydi? O da aramış mıydı beni? Şimdi evde miydi yoksa sokaklarda mıydı benim gibi? O bir yetişkindi ve güçlüydü, beni bulabilirdi. Bu kediciklerin anneleri onların yanı başındayken benimki neredeydi?


Çocuk aklı işte, senelerce ona öfke besledim. Beni unuttuğuna inandım; aslında benden kurtulmak istediğini, bu yüzden beni arama zahmetinde bulunmadığını bile düşünmeye cüret edebildim.

 

Kedilere fazla yanaşmayarak boşta duran koli parçasına oturdum, sonra sırtımı ona verdim ve kollarımla sıkıca bürlendim. Kedileri sevmeyi gerçekten çok istiyordum ama annem yavru kedilere dokunursam kokularının değişebileceğini ve annelerinin artık onlara bakmak istemeyebileceğini söylemişti. Düşüncelerim yorgunluğum sebebiyle oradan oraya dağılırken soğuk havaya rağmen kolaylıkla uykuya dalabilmiştim.


Sabah gözlerimi açtığımda artık üşümüyordum. Günün ilk ışıkları gözümü alıyor ve tenimi yakıyordu; bir anlığına açlığımı unutmuştum ve doğrulmak üzereyken kollarımın arasında biri büyük dört tüy yumağı buldum. Gece gördüğüm anne kedi ve sevimli yavruları yanımdalardı ve huzur içinde uyuyorlardı. Çok şaşırmıştım ve anne kedinin başını okşamaktan alıkoyamadım kendimi. Hiçbir şey düşünmüyordum. Ne o anki çaresizliğim ne de tekrar guruldamaya başlayan karnım. Sevgimle teşekkür ettiğim bu kedi huzurla mırlarken, onun ve yavrularının nefes alırken inip kalkan karınlarını izliyordum ki birden yaşlı bir kadın beliriverdi önümde. Sonradan öğrendim ki her sabah sokak hayvanlarını beslemeye gelirmiş, kocasının alerjisi olduğu için sahiplenemiyormuş kedileri. Bunların hepsini ben ona kim olduğumu söylemediğimde anlatmıştı. Kahverengi, eski kabanını omuzlarıma örtmüş, beni karakola götürüyordu. Giderken bana simit yer miyim diye sordu. İstemedim.


Annemi bulamadılar ve benim ona beslediğim çocuksu öfke yerini aslında hep içimde saklı olan özleme bırakınca anladım ki ben… Büyümüştüm. Acıyı da özlemi de hüznü de çok erken tatmışım sanki. Artık beni şefkatle sarıp sarmalayacak bir annem yoktu. Ona ilk aşkımdan bahsedemeyecektim; onunla herkesin âşık olduğu bu şehirde bir daha hiç gezemeyecektim. Hep kırmızıya boyamak istediğim o küçük tezgâhın yanında dikilip simit satamayacaktım. Diğer anneler ve kızları gibi olamayacaktık; beraber alışverişe gidemeyecek, bir kek bile yapamayacaktık. Ama yine de… Hep onun anısıyla yaşayacaktım. Evet, o nerede ve ne yapıyor asla bilemeyecektim ve gözlerim hep onu arayacaktı. Her simit tezgâhında, çocuğunun elini tutmuş yürüyen her annede, yanımdan geçip giden her kadının yüzünde ve yerde; gökte, Boğaz’ın hırçın sularının çarptığı kayalarda açan çiçeklerde bile... Büyüdükçe anlıyordum ve daha iyi hatırlıyordum. Annemle ben babamdan ve onun bize çektirdiklerinden kaçıp gelmiştik İstanbul’a. İkimiz de büyülenmiştik ama bu şehrin kaderimiz olacağı gelmemişti bile aklımıza.


Onsuz yıllarımı yetimhanenin koridorundaki büyük, deniz manzaralı pencereden İstanbul’u seyrederek geçirdim. Kız Kulesi’nin hikayesini tekrar tekrar yazıp kralın kızına mutlu bir son verdim. Meltem rüzgârlarının serinliği içimi üşütürdü ve ben onun sevdiği şarkıları, türküleri mırıldanırken güzelliği sebebiyle affettiğim bu şehri çizerdim. 

 

İstanbul’u çizdim, İstanbul’u yazdım, İstanbul’u söyledim. Hep annemi, gülümsemesini, güzel yüzünü, güzel sesini hatırladım. Ve beni ondan ayırdığı için İstanbul’a hep kırgın olsam da ona hiç küsmedim. Çünkü annemden bana kalan tek şey onun mutluluk, hüzün ve tarih dolu meydanlarında geçirdiğimiz güzel günlerdi.


Onu hep merak ettim ve içimden bir ses belki de onun hala İstiklal Caddesi’nde bir yerde simit sattığını söyleyip durdu bana ama o bulacaktı beni; kemanımı kapıp geçen onca seneyle tıpkı benim gibi değişen, büyüyen mağazaların kapı eşiklerinde onun en sevdiği türküyü çalacaktım. Çalıştım; çok çalıştım. Onun olmamı isteyeceğini hayal ettiğim kız oldum. Kolay değildi ama artık onun gibi; geçmişe bağlı yaşamayan biriydim.


Şimdi ise seneler sonra ilk defa İstiklal Caddesi’ndeyim ama bu sefer yalnız değilim. En yakın arkadaşlarım etrafımda yarım daire şeklinde dizililer ve benim içimde çocuksu bir heyecan var. Ellerim titriyor kemanımın yayını reçinelerken ama bu sefer korkudan değil. Kalbim küt küt atıyor ve biraz doluyor gözlerim. Derin bir nefes alıyorum ve buğulanmış görüşümle gülümseyerek bana bakan dostlarıma gülümsüyorum. Yanımızdan geçen kırmızı simit tezgâhından o tanıdık koku geliyor ve uyarıyor zihnimi, yutkunuyorum.


Göğün mavisi koyulaşırken caddenin sarı ışıkları yanıyor. Kemanımı omzuma koyuyorum ve nota sehpama bakıyorum.

‘‘Sarı Gelin’’ yazıyor ve annemin güzel sesini sanki bir kez daha duyuyorum. Beklentiyle bana yöneltilmiş bakışları üzerimde hissettiğimde dudağımı ısırıyorum; beni bekliyorlar. Bugünün benim için ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu biliyorlar. Onlar benim yeni ailem ve onlara sahip olduğum için çok şanslı hissediyorum. 


Derin bir nefes alıp yayımı kaldırıyorum, sol elimin parmaklarını tellere yerleştiriyorum. Annemin hep yaptığı gibi önce besmele çekiyorum, sonra çalmaya başlıyorum.


Hava iyice kararırken etrafım kalabalıklaşıyor; bana bakan gözlerin kimi doluyor, kiminin içi gülüyor ve ben neden duygulandıklarını ancak rüzgâr ıslak yanaklarımı üşütünce anlıyorum. Kalabalığın ardına baktığımda ise sanki annem orada, simit tezgâhının yanında duruyor, çiçekli basma eteği esen rüzgârla hafifçe dalgalanırken o benim çocukluğumun elini tutuyor.


 Onlar bana gülümsüyor, ben de onlara.


Ah İstanbul, diye geçiriyorum içimden. Ne mutluluklar, ne hüzünler biriktiriyormuşsun sen her caddende, her sokağında. Ne çok anın varmış senin senelere gizlediğin ve ne kadar güzelleştirmiş seni her yıkım. Kiminin yuvası, kiminin düşmanı, kiminin rızık kapısı ve kiminin de son umudu olmuşsun; Erzurum’dan kaçıp sana gelen anneminki gibi. Ben ise şimdi kendimi düşüncelerime kaptırmış, aynı türküyü tekrar tekrar çalarken bir tek seni yâd ediyorum; kucakladığın Asya ve Avrupa’yı, onları ayıran Boğaz’ı, Kız Kulesi’ni, Galata’yı, Eyüp Sultan’ı, Sultanahmet’i, Ayasofya’yı, caddelerini ve dar, yokuşlu sokaklarını; oralarda annemle geçirdiğimiz her ânı…


Bugün benim bu şehirdeki son günüm ama biliyorum; özleyeceğim ve geri döneceğim. Tekrar bu caddeye sürükleyecek beni ayaklarım ve gözlerim yine annemi arayacaklar ama yalnız senin güzelliğini görecekler.