“Sanatçı yargılar aracılığıyla değil, yaşayan görüntüler aracılığıyla konuşan bir kişi olarak, hayatı, hayat olarak ele almalıdır.”[i]

 

Sinema Ortaya Çıkmadan Önce Felsefenin Sinema Eleştirisi

Felsefenin sorularının evrensel ve zamandan vareste olmasına bir örnek olarak, 20. yüzyılda ortaya çıkan modern sinemanın eleştirisinin, o henüz ortaya çıkmadan 2400 yıl önce yapılmış olması gösterilebilir. Elbette MÖ 4. yüzyıldaki düşünürler sinemayı eleştirirken sinema kavramından yoksunlardı ve eleştirilerini imgeler eleştirisi üzerinden vermişlerdi. Bu eleştirilerin hepsini serimlemek çalışmanın amacını ve kapsamını aşacağı için, eleştiriler arasında yalnızca insanlık tarihini en çok etkileyen ve bir anlamda yönlendiren eleştiriyi, Platon’un eleştirisini serimleyeceğim.

Platon; imgelere, imgelerin gerçekliğine ve imgelerin idealara nispetle varlık konumuna dair eleştirilerini temelde iki alegori üzerinden anlatır: Bölünmüş Çizgi Alegorisi ve Mağara Alegorisi. Bölünmüş Çizgi Alegorisinde Platon, evreni maddi evren ve idealar evreni; maddi evreni fiziki evren ve gölgeler evreni; nihayet idealar evrenini ise matematiksel evren ve saf akıl evreni olmak üzere ikili bir ayrıma gitmiştir. Bölünmüş Çizgi Alegorisinin bir tamamlayıcısı olarak görülebilecek olan Mağara Alegorisinde Platon biz okuyuculara bir öykü anlatır[ii]. Öyküye göre mağarada zincirlenmiş insanlar vardır, üstelik bu insanlar doğdukları günden beri mağaradadırlar. Mağaranın dışını hiç görmemiş ve hatta mağaranın dışının olabileceğini hayal dahi etmemiş bu zincire vurulmuş insanlar, başlarını sağa-sola çevirmekten de aciz bir biçimde yalnızca karşılarındaki duvarı, dışarıdan mağara duvarına yansıyan imgeleri görmekte ve onları gerçek sanmaktadırlar. Bir gün aralarından biri zincirlerini kırarak mağaranın dışına çıkar, gözleri kamaşır gördüklerinden ve tekrar mağaraya döner. Mağaradakilere gördüklerinin yalnızca bir sahte/kopya gerçeklik olduğunu, gerçeğin bambaşka olduğunu anlatır ancak nafile. Öykü esasında BÇA’nın bir prototipi gibidir. Peki, Platon’un düşündüğü gibi, imgeler (ve dolayısıyla sinema) sahte gerçeklikler midir yoksa gerçekliğe yaklaşmanın, gerçeklikle ilişki kurmanın (yeni) bir yöntemi midir?[iii]


Felsefenin Ölüm İlanının Arifesinde Sinemanın Doğuşu

19. yüzyılda Nicephore Niepce’in icat ettiği fotoğraf makinesiyle birlikte, başta resim olmak üzere tüm düşünsel ve sanatsal insan edimleri başkalaşıma uğrayarak, kendilerinden önceki üretimlerden farklı bir yol arayışına girdiler[iv]. Tüm bu arayışlar neticesinde natüralizm[v] akımı kan kaybederken yeni bir akım güç kazandı: empresyonizm[vi]. Çünkü fotoğraf makinesinin icadıyla birlikte artık bir sanat eserini değerlendirirken eserin doğadaki aslına ne kadar benzediği bir önem ifade etmez oldu, o görevi fotoğraf makinesi fazlasıyla yerine getiriyordu, bu nedenle sanatçılar doğadaki asılları sanatına yansıtmaktan ziyade, doğadakilerin kendilerinde oluşturduğu izlenimlere, bilhassa duygusal izlenimlere odaklandı ve onları sanatına aktardı. Ezcümle objektif gerçekçiliğin esamesi okunmaz oldu ve onun yerini sübjektif gerçekçilik aldı.

Fotoğraf makinesinin düşünsel ve sanatsal edimleri ve günlük yaşantıyı biçimlendirme kuvvetinin ardından, aynı yüzyılın sonlarına doğru yeni bir biçimlendirme kuvveti olacak olan sinematograf icat edildi. Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin hareketli kompoze görüntü mantığına dayanan icadı kamera ve projektörün bir aradalığına dayanıyordu ve esasında bir sanat aracı olmaktan ziyade belgeleme aracı olarak düşünülmüştü. 1895 yılında Lumiere kardeşlerin çektikleri kısa filmler ilk kez gösterime girdi. İlk gösterimlerde birkaç kısa film artarda gösterilirken, zamanla kısa filmler yerini uzun filmlere bıraktı. Bu kavuk değişiminin ardında sinemanın endüstrileşmesi yer alıyordu ve 1923 yılında John Logie Baird’in mucidi olduğu televizyonla birlikte, özellikle 1950’lerden itibaren kısa filmler hepten azaldı ve ancak festivallerde vs. kendine yer bulabilir oldu.

Sanattaki çalkantılı arayış ve değişim rüzgarı devam ededursun, felsefede de onunla zamansal olarak birlikte ilerleyen arayış ve değişim rüzgarları esmekteydi. 20. yüzyıl filozofları Aydınlanmanın akılcı düsturunun ve düsturun beraberinde getirdiği ilerlemecelik, mutluluk ve refah inancının beyhude olduğunun farkına vardılar[vii], bu farkındalık yeni bir sağlam zemin arayışını beraberinde getirdi.

20.yüzyıl dünya tarihi açısından bir geçiş dönemini veya aşma çabasını ifade eder ve bu dönemde bilimlerin zemini üzerine de teoriler üretilmiştir. Russell ve diğer mantıkçı pozitivistler doğa bilimlerini öne çıkarırken ve hatta sosyal bilimlere bilim gözüyle bakmazken başka bazıları da (örneğin Feyerabend) hepsinin bir bütünün parçaları olduğunu söylemiştir. Özellikle modern dönemle ivme kazanan doğa bilimleri ve bu alandaki çalışmalar neticesinde ortaya çıkan somut sonuçlar, o dönemde doğa bilimlerini daha bir ön plana çıkarmıştır ve metafizik/felsefi söylemler kendini arka konuma bırakmıştır. Ludwig Wittgenstein ise nihayet felsefenin öldüğünü (?) ilan eder ve onu dil ve kavram incelemelerine gömer[viii]. 

 

Bir Tuhaf İttifak: Sinema Felsefesi

Felsefe salt düşüncede kalmaz, düşüncenin ardından bir de aktarım süreci gelir. Filozof düşüncelerini önermelerle bir sonuca vardırdıktan sonra[ix], bir de sonucu neyle, nasıl dışarıya aktaracağı üzerine tefekkür eder. Filozof eğer konuşarak aktaracaksa retoriğe uygun bir üslup biçimi, yazıyla aktaracaksa anlaşılmaya uygun bir sözdizimi biçimi, video-görselle veya sinemayla aktaracaksa da aktarmak istediğine uygun bir görseldizim biçimi tutturmak mecburiyetindedir veya en azından kendinde bu mecburiyeti hissetmesi temennimdir. Ayrıca filozof, felsefesini dışarıya hangi araçla veya araçlarla aktarmak isterse istesin, önünde sonunda düşüncelerini kompoze etmeye mecburdur[x]. Sinema da bir düşünce faaliyetidir ancak onun felsefeden farkı, sinemanın önceliği imgeleri kompoze etmeye vermesi ve bunu hareketli bir bütünsellik içerisinde sunmasıdır. Tıpkı felsefenin yaşamla ve özel olarak tüm bilimlerle ilişki içerisinde olması gibi, sinema da yaşamla ve özel olarak tüm sanatlarla ilişki içerisindedir: her ikisi de kuşatıcı ve bütünleştiricidir. Kuşatıcı ve bütünleştirici olmalarının bir sonucu olarak daima var-kalacaklardır.

Estetik yüzyıllardır felsefenin fakültelerinden biridir, estetiğin odak noktasına sinema koyulduğundaysa yeni bir fakülte olarak sinema felsefesi ortaya çıkmıştır. Belli başlı sinema kuramcıları şunlardır: H. Münsterberg, R. Arnheim, N. Carroll, K. Walton, S. Eisenstein, J. Ranciere, T. W. Adorno, A. Tarkovsky, S. Kubrick…

 

Sonuç

Sinema bir sanat kolu olarak ortaya çıkmadan önce, tüm sanatlar aristokratikti. Kitleler ve sanatın bir aradalığı ilk kez sinemayla sağlandı ve milyonlarca insan sinemayı tecrübe edebildi. Günümüzde hâlâ milyonların tecrübe edebildiği tek sanat sinema ve bu nedenle sinema diğer sanatlara nazaran daha demokratik. Belki bu nedenden ötürü sinema diğer sanatlara göre daha vulgar ve çirkin olanı işlemekte sanatçıyı daha özgür bırakan bir alan.

Sinema, gerçekliğin alelade bir yeniden üretimi olmaktan ziyade, gerçekliği ve imgeleri kitlelere açar ve dolayısıyla kitlelerin gerçeklik ve imgeler üzerine düşünmesine olanak sağlar. Ancak sinemanın da tıpkı felsefe gibi bütünlükçü, düşünsel, besleyici ve dönüştürücü etkisi olduğu için, bu etkiler her ne kadar iyi olsa da, kötüye kullanıma açıktır: kitleleri bir ekstaz etkisiyle aptallaştırabilir veya düşünmeye sevk edebilir.

Sanat şubeleri arasında sinema en yenilerindendir ve bu nedenle roman gibi, şiir gibi, heykeltıraşlık gibi sanat şubelerinin aksine henüz gelişimini tamamlamamıştır. Zaman içinde sessizden sesliye, kısadan uzuna ve tekrardan biraz daha kısaya evirilişi gibi, evirilmeye devam edecektir. Evirileceği yönün akıbetini ve mahiyetini zaman gösterecektir.

 


[i] A. Tarkovski (Çev. Füsun Ant), Mühürlenmiş Zaman, Afa Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.56.

[ii] BÇA Devlet’in VI., MA ise VII. kitabında işlenmektedir.

[iii] Platon başta tragedya ve şiir olmak üzere, tüm sanatlara düşman bir tavırdadır ve onları varlık hiyerarşisinde en altta, kopyaların kopyaları olarak konumlandırmaktadır.

[iv] Fotoğraf makinesi hakkında, varlığının insanlık tarihini şekillendirme kuvveti dikkate alındığında, insanlık için en önemli icatlardan biri olduğu söylenebilir.

[v] Doğalcılık.

[vi] İzlenimcilik.

[vii] Farkındalığın doğmasında 20. yüzyıldaki Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, Auschwitz toplama kampları, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları ve daha nice vahşet kuşkusuz etkili olmuş, felaket kendine inandırmıştır.

[viii] Felsefenin ölümünü ilan etmek de nihayetinde felsefi bir tutumdur, Wittgenstein için ironik bir durum.

[ix] Bittabi sonuçsuz olduğu sonucuna da varabilir.

[x] En sistem karşıtı filozofların eserlerinde (örneğin Friedrich Wilhelm Nietzsche’de) dahi bir kompozisyon görülür.