Toplum halinde yaşamak en temelde insanlığın bir arada yaşama içgüdüsüyle ortaya çıkan bir kavramdır. Topluluk halinde yaşamak, insanları dış etmenlere karşı korumak için bir güç oluşturmuş, bu güçle tehlikelere göğüs germelerini mümkün kılmıştır. İnsanların bir topluluğu oluşturması aynı hedef ve amaçlar etrafında toplanması ortak yaşam kültürünü geliştirmiş ve aşama aşama gidilerek toplumun ortak değerlerini meydana getirmiştir. Ortak değerler, ortak yaşam, toplum kuralları bireyi başına buyrukluktan kurtarır ve dış etkenlere karşı bireyi koruma işlevi görür. Oluşturulan bu kurallar bütünü toplumun üyelerinin ilişkilerini düzenlerken bir yandan sınırlar da. Bu anlamda toplumsal normların dışına çıkan birey ya dışlanır, ya da çemberin içinde kalabilmesi için uyum göstermesi beklenir.

Toplumsallığın, insanlığın içgüdüsel gücüne dayanarak oluşturulan yapay bir olgu olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlığın iyiliği ve refahı için oluşturulan fakat zaman zaman nasıl bir sınırlayıcı güç de olabileceğini isterseniz Truman Show filmi üzerinden okuyalım.

Truman Show, Peter Weir’ in yönettiği 1998 yapımı, IMDB'de 8.0/10 puanla izlenecek klas filmler listesine adını yazdıran ve distopya türüne örnek gösterilecek bir filmdir. Distopya; John Stuart Mill’in literatüre kattığı bir kavramdır. Gerçek hayatta olmayacak kadar güzel, ideal bir yaşamı ve devleti ifade eden ütopyanın tam tersi olarak bilinen distopya, totaliter ve baskıcı bir toplumu ifade eder. Ütopya özlenen bir dünyayı ifade ederken; distopya, endişe, korku ve gelecekte bizi beklemesi muhtemel bir dünyayı işaret eder.


Filmi izlediğimiz zaman başlangıçta filmin geçtiği yerin ideal toplumdan bir kesit olduğunu ve bir ütopyanın hayata geçtiği yanılgısına kapılırız.

“Görünene aldanmak…”

Bu aldanmışlık, Truman'la izleyiciyi aynı duygularda birleştirir. Truman, şirin bir sahil kasabasında mutlu mesut yaşamaktadır. Etrafında sevilen, iş güç sahibi birirdir. Burada doğmuş, büyümüş ve bu kasabanın sınırları dışına hiç çıkmamıştır. Kasaba bir insanın isteyebileceği her donanıma sahiptir. Deniz, kum, güneş, refah düzeyi yüksek insanlar… Bir insan başka ne isteyebilir ki? Ya da buradan başka bir yere gitmeyi neden hayal etsin ki? İnsanlığın temel içgüdülerinden biri olan merak ve keşfetme arzusu bu noktada olayların seyrini değiştirecektir. Bu arzu, yaratıldığı günden bu yana insan için itici bir güç oluşturmuştur. Truman çocukluğundan beri kaşif olmak, dünyanın çeşitli yerlerini görmek için yanıp tutuşmaktadır. Bakalım yaşadığı toplum da aynı şeyi düşünmekte midir? Tabii ki hayır. Gitmek için kalkıştığı her girişim hüsranla sonuçlanır. Sanki gizli bir el onun bu kasabadan çıkmaması için elinden geleni yapmaktadır. Garip giden olaylar zinciri ve yıllar önce aşık olduğu kızın ona bir kurmaca içinde yaşadığını söylemesi şüphe ateşini fitillemiş ve engellere maruz kaldıkça Truman bu çemberi kırması gerektiği konusunda şartlanmaya başlamıştır.

Etrafını dikkatli bir gözle incelediğinde bir döngünün içinde sıkışıp kaldığını görür. Bir kavşakta arabasını sürekli o kavşağın etrafında sürmesi yaşadığı döngünün görsel anlatımıdır. Arzuladığı şeyi gerçekleştirmek için eşi, annesi, yaşadığı çevre ve fobilerinden oluşan bu çemberi kırmak zorundadır. Karşılaştığı köprünün üzerinden hızla geçerek suyun üzerinden geçme fobisini yener. Bu onun için ilk adımdır. Fakat bu girişimin sonu yine yaşadığı yere geri döndürülmesiyle son bulur. Başarıya ulaştığı diğer girişim ise oluş bakımından daha farklıdır. Topluma uyum sağlıyormuş görüntüsü verir. Artık kaçma girişimleri yoktur, uslu bir çocuktur. Bu illüzyonla Truman planladığı kaçışı gerçekleştirmiş ve insanlar bunu fark ettiğinde o çoktan bir kayıkla (en büyük fobisiydi) denize açılmıştır bile. Fakat onu koca bir sürprizin beklediğinden habersizdir. Yolun sonuna geldiğinde teknesinin, gökyüzü sanarak gittiği o devasa duvara çarpması, yıllar boyunca gerçek sandığı ne varsa bir senaryonun parçası olduğu gerçeğini gün yüzüne çıkarır. Yaşadığı kasaba, ailesi, çevresi, deniz, kum, güneş, hava olayları vs. her şey ama her şey bir film platosunun parçalarıdır. Farkında olmadan koca bir senaryonun, koca bir yalanın içinde doğup büyümüştür.

Aslında filmin başında bir stüdyo spot lambasının gökyüzünden Truman’ın olduğu yere düşmesiyle bunu anlamalıydık ama Truman gibi biz de aldanmış, yaşadığı yerin gerçek olduğuna inandırılmıştık. Gerçek sadece bununla da sınırlı değil. Truman hala 50.000 kamerayla 24 saat boyunca bütün dünyanın onu izlediği bir Realty Show’un baş aktörü olduğu gerçeğinden habersizdir. 29 yıl boyunca soluksuz izlenen ve Truman’ın ana rahmine düşüşünden bugüne dek her anını kaydetmiş dev bir prodüksiyondan bahsediyoruz. Çok ütopik geliyor değil mi? Ya da distopik miydi?

Yazılabilecek çok sahne var. Mesela; Truman’ın eşiyle kavga ettiği esnada kadın bir anda kahve tanıtımına geçiyor ve Truman’ın “Ne diyorsun kadın?” der gibi attığı bakış da filmin unutulmayan sahneleri arasında. Bu aslında TV şovlarında sıkça yapılan ürün yerleştirmelerine bir göndermedir. Biliyoruz ki TV şovlarının temel gelir kaynağı reklamlardan geliyor ve filmin birçok yerinde buna benzer ürün yerleştirmelerinin yapılması, Truman’ın içinde yaşadığı kurgunun işaretleriydi aslında. Bu durum tüketim çarklarının da nasıl döndüğüyle ilgili bize malzeme sunuyor.

Dikkat çeken diğer bir ayrıntı ise Truman’ı ele geçiren şüphenin ilk fitilini bir kadının, yani aşık olup kavuşamadığı kadının yakmış olmasıdır. Filmlerde genellikle kullanılan bir klişedir. Başroldeki erkek uykudadır, kadın karekter fitne ateşini yakar ve kenara çekilir. Ya da başka bir yorumla her başarılı erkeğin arkasında bir kadın mı yatmaktadır? Yorum elbette sizin. Kadının yakasındaki “How’s it going to end?/Nasıl sona erecek?” yazılı rozetle filmin sonunu merak ederiz.

Tüm bu senaryoyu kurgulayıp yöneten Christof’a gelirsek; 29 yıl boyunca dolunayın içinden her anı izlerken, yarattığı dünyanın adeta tanrısı gibi durmaktadır. Yarattığı topluluk ise kurduğu düzenin devamlılığını sağlayan kullarıdır. Christof Truman için mükemmel bir dünya yarattığını düşünmekte ve mutlak itaat beklemektedir. Çünkü dış dünya onun yarattığı dünyadan daha güzel değildir hatta çok daha kötü bir yerdir.

“Beni dinle Truman. Dışarıda, senin için yarattığım bu dünyadan daha fazla gerçeklik yok. Aynı yalanlar, aynı ikiyüzlülük… Ama benim dünyamda korkacak hiçbir şey yok.”

Truman’ın yaratılan bu sanal gerçeklikte kalmaya niyeti yoktur. Bütün güzelliğine rağmen, her sabah, belki de bir döngüde olduğunu hissederek söylediği “Olur ya belki sizi göremem. İyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler” cümlesini tekrar ederek belirsizliği simgeleyen o karanlık kapıya yönelir ve film sonlanır. Çünkü dışarıda onu neyin beklediği koca bir muammadır.

Yazının başına dönersek; film boyunca yaşadığı çevrenin Truman’ı hedefinden nasıl saptırdığını ve çemberin içinde tutmaya çalıştığını görürüz. Toplumun kaderci anlayışıyla kuşatılmıştır. Elindekilerle yetin! Daha fazlasını isteme! Bir şeyleri değiştirmeye çalışma! Bunlar verilmek istenen ortak mesajlardır.

Sonunda ne mi olur? Bin türlü engele rağmen Truman’ı yaşadığı sanal gerçeklikte tutmaya çalışan toplum, onun zincirlerini kırmasını ve hedefe varmasını hayranlıkla alkışlar.

Her türlü engele rağmen başarma arzusunun, hedefe odaklanmanın, hakikatle yüzleşmeye giden yolda birer ışık olduğunu fark ederiz. Sınırları aşmamak üzerine kurgulanmış bir toplulukta, insanın bulunduğu çemberi kırması toplumda tehdit algısı yaratır. Bu da müdahale edilmesi gereken bir durumdur. Her engeli aşıp hedefinize vardığınızda toplumun, başarılamayanı başardığınızı düşünerek bunu takdir ve alkışla karşılaması ise oldukça ironiktir.


Not: Nisan 2017 de Kadran Dergi'de yayımlanmıştır.