Bu dağ başında cep telefonu çekmiyor. Günlerdir telefon da çalmıyor. Hat var. Hat yok. Kaçıncı kontrol edişim, unuttum. Eskinin gelemeyen mektupları gibi çalmayan telefon. Bir haber gelseydi. Gelse miydi?


Bir elimde telefon, diğeriyle dengede durmaya çalışarak yer arıyorum. Sinyal gelecek bir yer. Telefon çekmez orada, demişlerdi. Ne mutlu olmuştum o zaman. Dünyayla bağlantım kalmayacaktı hesapta. Beyindeki hesap bedene uymadı tabii.

Sinyal yok. Sinyal var. Sinyal yok. Var. Var. Yok. Oyun oynuyor benimle çokbilmiş frekans. Yürümeye devam. Bir taş kayıyor ayağımın altından. Uçuyor uçurumdan aşağı. Bir sinyal çakıyor. Telefondan değil. Beynimden. Telefonu mu atsam kendimi mi? Canım tatlıdır benim. Malım kıymetli. Yürümeye devam. Sinyal bir varmış, bir yokmuş. Arayışa devam.


Önüme patika çıkıyor. Yürüyorum. Yapraklarla örülü gökyüzü. Hava kararmış olmalı. Hızla birkaç kişi geçiyor yanımdan. Uzun zaman sonra gördüğüm ilk insanlar. İlk insanlar dediysem karanlık çağ değil. Gerçi hava karanlık. O da olabilir. Yetişsem bari yanlarına... Koşuyorum. Ara sıra depara kalkarak. Nefes nefese kaldığımda bakınıyorum etrafa. Kimse yok. Gaza gelmişim herhalde, geçmişim. İyi geldi koşmak. Sinyal var. Hayır yok. İlerlemeye devam.


Yerleşim yerine kadar geldim. Etrafta tek tük evler. Evlerde yaşayanlardan fazla insan var. Toplanmış oturuyorlar. Selam veresim geliyor. Ağlıyor birkaçı. Yaklaşıyorum usulca. Yok ya, bayağı yaklaştığımı görüyorlar. Baş selamı veriyorum. Buyur ediyorlar beni. Cenaze var ortalarında. Kim olduğunu bilmediğim birinin cenazesine katılıyorum. Gömmüşler çoktan. Duası edilmiş. Helva bekliyorlarmış. Konuşmalardan anladığım bu. “Allah rahmet eylesin. Tanımazdım ama...”

“Öyledir. İyi insandı rahmetli. Etrafta tanımadık çok insan var. İyi insandı demek rahmetli.” Sözümü bitirmeme fırsat vermeden atlıyor beyaz sakallı tonton dede. Amadan sonrası yok. Ne diyeceğimi de bilmiyorum zaten. Amadan sonra ne gelir sahi? “İyiymiş. El iyisiydi o.” diye söyleniyor kadın. Eşi. Çok çekmiş. Ellereyse ne isterlerse yaparmış. Ne çabuk –miş’li geçmiş oldu rahmetli. 


Şimdi burada da telefon çıkarılmaz ki. Göz gezdiriyorum etrafa. Elinde bir tepsi, tepsinin içinde şişe şişe su olan bir kız yanaşıyor. Başınız sağ olsun. Bakıyor sadece. Konuşmuyor. Gözlerinde bir perde var da görmüyor gibi. Bir hanım sesleniyor uzaktan. “Duymaz evladım. Duyamaz.” Ne de güzel kız, maşallah. Her güzelin bir kusuru var demek ki, diye geçiriyorum içimden. Duymaması babasını kaybettiğindenmiş meğerse. Artık hiçbir şey duymayacakmış. Adetleriymiş. Öksüz, yetim kalınınca buralarda sağır ve dilsiz olurmuşsun. Şaşırıyorum. Ne alakaysa. He, bir de sadece su verilirmiş gidenin ardından. Helva bekleyenler bilmezmiş, tanımazmış buraların adetlerini.


Cebimde bir kıpırtı hissediyorum. Kalkıyorum acele. Başınız sağ olsun. Kalabalıktan uzaklaşınca çıkarıyorum cebimden telefonu, mesaj. Sinyal bir varmış, bir yokmuş.