Sıradan bir ilkbaharın sıradan bir okul gününde sıradan beyaz gömleğimi, sıradan koyu lacivert ceketimi, sıradan koyu gri -paçalarını daralttırdığım- pantolonumu ve henüz on beş yaşında olduğumdan ayakkabı boyamanın kombinimi nasıl etkileyeceğini bilmediğim için hiç boyamadığım, uçlarının rengi hafif solmuş siyah kunduralarımı giyerek evden çıktım. Sıradan kaldırımları tepeleyerek yürüdüm. Kaldırımın sıradan olduğunu, dik yürümenin görünüşümü nasıl etkilediğini bilmediğim için başım öne eğik yürüdüğümden biliyorum. Okula ulaşmam 25 dakika kadar sürdü. Belki de sürmedi. Sıradan bir öğrencinin sıradan bir yolda kaç dakika yürüdüğü de sıradan bir önemsizlik değil mi? Sınıfa girdiğimde iki gözümün çiçeği Neslihan ile paylaştığım en ön sıranın yine sıradan bir hoş geldinini bekliyordum. Ancak onun yerine -hani arka sıra grubu deriz ya- sınıfın üç harflileri bir köşede toplanmış başka bir sıradan görüntüyle karşıladılar beni. Sıradan sayamayacağım bir toplu bakış sezdim üzerimde, grup tarafından üzerime boca edilen. Küçük bir kafa selamı ile kimseye bulaşmadan iki gözümün çiçeği ile paylaştığım, henüz boş olan sırama süzülerek oturdum. Üç harflilerin reisi grubu hem güldürmeye hem aşağılamaya devam ederken üç harflilerin reis yamağı sırıtarak yanıma geldi. “Neslihan ile Cemal çıkmaya başlamışlar.” dedi. Aklımdan “Bunda bu kadar sırıtacak ne var peki?” dedim. Sesim o kadar kısıktı ki aklım bile zar zor duydu. Sonra “Bunda bu kadar sırıtacak ne var peki?” dedim. Sonra “Bunda bu kadar sırıtacak ne var peki?” derken pek güzel, pek genç ama otoritesini öfkeli görünerek kurmaya çalışan taze İngilizce öğretmenimiz sınıfa girdi. Peşinden henüz sınıfa girmeyen birkaç öğrenciden birkaçı. Peşinden iki gözümün çiçeği... Peşinden geri kalanlar... Ancak taze öğretmenimizde bir sorun vardı. İki gözümün çiçeğinin de yüzü mü görünmüyordu ne sanki? Pek sıradan bir sorun gibi gelmedi bu. Taze öğretmenin sesi yoktu. Soldan sağa, sağdan sola yürüyor, dudakları oynuyor, elleri ile jestler yapıyor, orayı burayı işaret ediyor ama sesi çıkmıyordu. Neslihan yanıma oturmuş muydu yoksa bu sol yanımdaki boşluğun başka bir sebebi mi vardı? Donakaldım. Boynum tutulmuş gibi donakaldım. Öyle donakaldım ki hemen yanımda oturan Neslihan’ın yeşil, çakır kırması gözlerine bile bakamadım. Hiç sağa sola bakmadan kendi sorunuma odaklandım ve sıramı değiştirdim. İngilizce derslerini ekmesi sıradan olan Gökçe’nin yeri -en arkanın bir önü- boştu. Belki sınıfın burasından taze öğretmenin sesi duyulurdu, ama orada da duyamadım. Biraz endişelendim, biraz üzüldüm, biraz korktum duyamayışımdan. Başımı pencereye çevirdim bahçedeki yeşil ağaçlar içimi ferahlatsın diye. Bir de ne göreyim? Ağaçlar gri! Güneş pek de sarı değil artık. Gökyüzü neden mavi değil? Sınıfı görüyorken neden fark edemedim dünyanın bugün siyah beyaz olduğunu? Ya da bugünün bir kısmının siyah beyaz olduğunu... Acaba kıyafetlerimiz siyah beyazı anımsatıyor diye mi? Ne zor bitti o okul günü. Eve geldim. On beş yaşında lise iki talebesi kaçta uyur? On? On bir? Bir? Üç? Hadi kalk yatağından, sabah oldu. Okula git. Gittim. Geri gel. Geri geldim. Uyu çünkü dün gece de uyumadın. On? On bir? Bir? Üç? Hadi kalk tüm gece uzanmayı bile beceremediğin yatağından, sabah oldu. Dün de mi dünya siyah beyazdı? Yoksa o önceki gün müydü? Cemal ile Neslihan çıkmaya başlayalı kaç gün oldu? Ev ile okul arasındaki sıradan yola ne oldu? Birkaç vakittir gözüm yolu görmez oldu. Ben bodrum kattaki bu biyoloji laboratuvarına nasıl geldim? Üstelik böyle boktan laboratuvar mı olur? Altı üstü bir sinevizyon aleti var ve üç beş tane amatörce hazırlanmış slayt izleyeceğiz. Burası bodrum kat diye mi karanlık? Dünya hâlâ siyah beyaz mı? Güneş hâlâ o sıradan rengine dönmedi mi? Omzumu dürtükleyen el kimin? Neslihan’ın... A aa, iki gözümün çiçeğinin yüzüne renk gelmiş! Kaşları neden çatık? Gözleri ışıl ışıl. Yok, pardon... Gözleri neden öfkeli bakıyor? Gözüyle neyi işaret ediyor? Elindeki kâğıt mı? Elindeki kâğıdı bana mı uzatıyor? Elindeki not mu? Not ile kâğıt arasındaki fark; içinde taşıdığı bilgidir, değil mi? Bu, ne not ne kâğıt o zaman. Çünkü kâğıdın içinde “Cemal ile çıkıyorlarmış” hikâyesinin bizim üç harflilerin şakası olduğu yazılı. Güya benim Neslihan’a kör kütük olduğumu ifşa edeceklermiş bu vesile ile. İki gözümün çiçeği onay vermemiş bu şakaya aslında ama bana haber veriyor, bak. Herhâlde birkaç gündür ağzımın içinden “ses” denilen şey çıkmıyor diye biraz kızgın, biraz üzgün. E çocuğum! Madem kızıyorsun. Neden birkaç gün bekliyorsun? Kastın mı var bana da dünyayı siyah beyaz görmeme razı oluyorsun? Garez mi ettin de tüm sesleri, tüm seslenişleri yitirmeme razı oldun? On beş yaşında ben, henüz parfüm nedir ve neden kullanılır öğrenemediğim için yanında güzel güzel kokmuyorum diye mi razı oldun ölümden beter ayrılığa, Gökçe’nin sırasında sürünmeme? Zaten uykusuzum kaç gündür. (Herhâlde üç gündür.) Bodrum kata gömülmüş bu laboratuvar bir anda nasıl ışık doldu böyle. Gözüm kamaşıyor. Sen o kâğıt parçasını elime tutuşturmadan hemen önce güneş hâlâ solmuş değil miydi? Yeryüzüne nur indiğini görmek on beş yaşında nasip olmamalıydı. Üstelik ben sıradan bir on beşliyim. Bu böyle olmamalıydı. Sıradan yollardan yürüyerek okuluna gelip giden bir öğrencinin sıradan bir lise hayatı ve sıradan bir sıra arkadaşı olmalıydı. Sıradan sohbetler edip sıradan anlar, sıradan anılar biriktirmeliydi. O yüzden son dersi ekmeliydim. O yüzden reis-i sınıfa gidip“ Reis bugün sen beni gör, yarın ben seni göreyim.” dedim. Reis dememe bozuldu biraz, ne de olsa ufak tefek bir kız çocuğuydu sınıf başkanımız. Yine de bir imalı göz kırpması onayını çok görmemişti sıradan arkadaşına ve son derste olmadığımı yoklama kâğıdına yazmayacak, hoca fark edecek olursa idare edecekti. Sıradan olmayan yoldan hızlı adımlarla eve gitmeyi planlarken ilk defa fark ettim ki şu an sarsılan bir yolda yürüyorum. İlk defa fark ettim ki hayat, planlarımıza sadık olmak zorunda da değil. Ne de olsa bunlar bizim planlarımız ve hayatı ilgilendirmez. Sıradan trafik lambasının yeşili, cennet yeşili. Sıradan sokak köpekleri eskisi kadar çirkin değil. Sıradan sesler yerine her yerde bir harmoni sanki. Ama ben sıradan bir liseli, bu yolda nasıl yürüneceğini bilmiyorum ki. Bilinçaltım sıradan hayatıma dönmeye çalışıyordu. Hayatımı kurtarmaya çalışan bilinçaltıma ben de yardım etmeliydim. Çünkü en doğrusu sıradan hayatıma geri dönmekti. Çünkü ben her boku bilen on beş yaşında bir âlem’ül ulemaydım. Çünkü hayatı aktığı yöne doğru tadını çıkara çıkara yaşamak en büyük aptallıktı. Çünkü Allah beni bildiği gibi yapsındı. Eve vardım. Sıradan olmak zorunda olan üniformamı çıkardım. Sıradan olmak zorunda olan, dizleri hafif sarkmış gri eşofmanımı giydim. Sıradan düz yaka beyaz fanilamı giydim. Sıradan beyaz spor ayakkabılarımı giydim ve kendimi aynı o sarsılan yola geri attım. Okul ile evin tam ortasında Neslihan’ın evinin önündeki banka oturup sıradan görünmeye çalıştım. Terledim, bu terleme sıradan bir terlemeymiş gibi davrandım. Uzaktan göründü iki gözümün çiçeği. Tenime değen hava tenimi sarar, tenimde hissedilir olmuştu. Hava üzerimde ağırlaşmıştı. Gelişini seyrettim. Hep seyretmek istemişimdir zaten meleklerin yere değmeden yürüyüşünü. İyi oldu bu seyrediş, sıradan hayatıma dönmeden hemen önce. “Yanıma geldi.” diye anılacak mesafeye kadar yaklaştığında iki gözümün çiçeği, küçük bir tebessüm ve küçük harflerle bir selamdan sonra tatlı tatlı anlattım neden kendinden hoşlanamayacağımı, hoşlansam bile ne olacaksasını, arkadaşımı kaybetme ihtimalinin herhangi bir mutluluk ümidiyle kıyaslanamayacağını, zaten bizim şu anki en önemli işimizin birbirimize derslerde destek olup iyi bir eğitim almak olduğunu. Pek akıllı, pek hanım hanımcık bir nadide olduğu için iki gözümün çiçeği, hemen hak verdi bana. Zaten arkadaşı olduğumu, zaten beni çok sevdiğini, zaten arkadaşlığımı çok sevdiğini, zaten öyle bir lila ya da bir leylak rengi rüyaya kapılmadığını söyleyiverdi. Ama neden gözleri hafifçe kızarmıştı, anlamadım. Polen alerjisi falan da yoktu oysa. Geçmiş olsun dileklerimi kibarca kapısının önüne bırakıp kendimi uğurladım. Aferin bana. Kendimi kendi hayatımdan uğurlamakta pek mahirmişim. Aferin bana, sıradan hayatıma birkaç günde geri döndüm. Sarsılan yollar Neslihan’dan uzaklaşıp eve yaklaştıkça daha az sarsılır oldu. Yeşiller, kırmızılar eski hâline sakince döndü. Ertesi gün ve sonraki günlerde de öyle kalmaya devam ettiler.


Sıradan okulumun sıradan mezuniyet töreni... Neslihan’ı son gördüğüm yer oldu. Hâlâ uzun uzun düşünürüm. Yıllarca aynı sırayı paylaştığım iki gözümün çiçeği, neden o törende benim masama değil de bir başka masaya oturmuştu?