Kadınım,

Senin saçların, sırat köprüsünün rüzgârı gibi,

Savruldukça ruhumu savurur uçsuz bucaksız vadilere.

Her bir teli, bir sonsuzluk çizgisi,

Ve ben düşerken bile o rüzgârda huzur bulurum.

Sanki ahiret bahçelerinin kokusunu taşır,

Bir ceza ya da ödül değil,

Bir teslimiyet, bir teslim oluş…

Gözlerin, sıratın altında akan kevser ırmağı gibi,

Derin, serin, affedici.

İçine düştüğüm her bakışta yeniden dirilirim.

Ve bir bakışınla,

Kendi varlığımı sorgularım.

Kimim ben?

Sana bakan bu âdem, bir düş mü, bir hakikat mi?

Belki ben yokum, sadece sen varsın.

Ellerin…

Sırat köprüsüne uzanan ipler gibi,

Tutar, kaldırır ve yola devam ettirir beni.

O narin parmaklarında bile bir hikmet gizli.

Her dokunuşun,

Görünmeyeni gören bir müneccim gibi,

Beni kendi derinliklerimle yüzleştirir.

Ve ben korkmadan bakarım içime,

Çünkü ellerin bende ışık yakar.

Ayakların, sıratın ince hatlarını taşır.

Onların ucunda bir cennet var,

Ama her adımında cehennemi hissettirirsin.

Beni hem korkutan hem de çağıran,

O ince çizgide yürümek isterim seninle.

Düşsem bile,

Seninle düşmek kutsaldır,

Çünkü cehennemin dibi bile,

Senin ayak izlerinle süslenir.

Dudakların…

Bir ahiret duası gibi,

Her kelimesi bir mucize.

Suskunluğunda bile bir kainat saklıdır.

Sen konuştuğunda,

Sesin sırattan geçen ruhların şükür fısıltısıdır.

Ve ben her kelimeni,

Cennet bahçelerinde yankılanan bir ezgi gibi dinlerim.

Kalbin,

İçimde atan ikinci bir nabız gibi,

Kendi kalbimi bile unutturan bir hakikat.

Senin kalbinle yaşarım,

Çünkü senin kalbinle inanırım.

Ahiret korkusunu dahi unutturur o ritim,

Çünkü senin sevginde kaybolmak,

Sonsuzluğa varmaktır.

Kadınım,

Senin her bir uzvunda sıratın ince terazisi var.

Senin aşkında yürümek,

Kendi varlığımı yeniden yaratmaktır.

Ve ben her defasında,

Kendi nefsimi senin aşkında yok ederim.

Çünkü bilirim,

Sen ahirette bile varlığımın sebebisin.

Sana dokunmak,

Cenneti hissetmek,

Ve cehennemi unutmaktır.