Evden çıkarken ceplerimde "Nereye gidersem gideyim, buradan yeğdir." düşüncesinden başka bir şey yoktu. Telefon, cüzdan, ulaşım kartı... Bunlar tamam. Ancak bunlarla günlerce ortadan kaybolamayacağımın farkındaydım. Günlerce ortadan kaybolsam ardıma düşecek kimse var mı şu yeryüzünde, şüpheli. Sormamalıyım kendime böyle sorular, biliyorum. Bazen soru işaretleri, zihnine çivi misali çakılan noktalardan daha çok güven veriyor insana. Şüphe, her daim içinde iyi ihtimali de barındırıyor. Ufak bile olsa. Kapıyı kapatmamla anahtarı içeride unuttuğumu fark etmem bir oldu. İlginçtir ama bedenen değil, ruhen yalnız olmanın da faydaları var. Kapıyı açacak biri daima bulunur, anahtarı içeride unutma özgürlüğünüz sonsuzdur ama içeri adım attığınızda o gün de eve döndüğünüz için biraz olsun parlayacak gözlerde, geceden başka zaman dilimi yoktur. Küçük ayrıntılar bunlar, üzerinde durmaya lüzum görmüyorum. Apartmanın merdivenlerini birer ikişer inerken aklıma merak edeni olmadığı için aylarca evinde ölü vaziyette bekleyen, en sonunda açlıktan cesedini yiyen zavallı kedisi de bir köşede ölen kadın geliyor. Ne garip, insan bazen öldükten sonra bile beklemeyi sürdürüyor. Ve bazen bir kediden bile daha yalnız olabiliyor. Halbuki kediler ne kadar yalnız olduklarının da ne kadar şanslı olduklarının da farkında değildir. Ama işte kimi zaman, ademoğluna sunulmamış olan, bir kediye sunulmuş olabiliyor. Daha fazla yaşamak gibi... Hayıflanmıyorum. Bir tekirden daha önemli olduğumu hissettirecek herhangi bir işarete rastlamayalı çok uzun zaman oldu. Ya da bir kuştan. Sinekten, evet. Ama bir kuştan veya kediden değil. Uzun saplı, dikdörtgen, delikli bir nesneye ivme kazandırıp beni kanepeye yapıştıran canlı türü henüz evrende bulunmadığı için tebessüm ediyorum. Temmuz, öğleden sonra saat iki. Beni bu yalnızlık öldürmese bile bu sıcak kesin öldürür. İşte o zaman sinsice alay edip güldüğüm sinekler gibi sıcaktan asfalta yapışırım.


Birkaç vesait değiştirdikten sonra hem doğduğum yer kadar tanıdık hem de ömrüm boyunca görmeyeceğim yerler kadar uzak bir yere varıyorum. Yalnızlıktan ölmek üzere dahi olsam kahvemi her zamanki gibi içiyorum. Böyle küçük rutinler benim gibilere yaşamak için sebep varmış gibi hissettirir. Bir de ölüm korkusu... O korkuyla yüzleşmemek uğruna seneler süren ve daha ne kadar devam edeceği bilinmeyen bir eziyetle yaşamaya eğilir boynunuz. Ölümden korkmayan mı var? Aslına bakarsanız, çok insan var. İnsan toprağa girmeden önce ne kadar aitse; var olduğunu, aldığı nefesin başka nefesler için kıymeti olduğunu ne kadar çok hissediyorsa topraktan da o kadar az korkuyor. İz bıraktığı yanılgısına düşmek daha kolay oluyor. Belki bunca dokunduğunu bildiği bir yerden kopacak olmanın üzüntüsü yerleşir içine, o kadar. Ama hayatta hemen her şeyin üzüntüsü geçiyor ya da en iyi ihtimal unutuluyor. Korkuysa insanı nefret ederek de olsa, her gün yataktan kalkması için adeta kendinden yapılma bir çubukla dürtüyor.

Kahvemi içerken aynı zamanda yanımda getirdiğim kitabı okuyorum. Evet, beni sineklerden daha önemli yapan bir şey daha. Gündüz evden çıkarken aklıma gelen sinek benzetmesi yüzünden ne vakit beynimin kıvrımına bir sinek konsa muzır bir tebessüm yerleşiyor yüzüme. "İnsanım ben!" düşüncesinin verdiği o muhteşem övgü hissi. Doğadaki her şeyden üstünüm! Ne büyük sorumluluk yüklüyoruz kendi omuzlarımıza, aslında birazcık farkına varsak ya bu övgüyü reddeder ya da istemsizce dünyayı daha iyi bir yer haline getirirdik. İşte bu yüzden, sen tüm alemde üstün varlık olmaya devam et ey insanlık! Ben yalnızca sineklerle yarışmaktan memnunum. Plastik bir mazgal ve cüzi miktar hızla, kana susamışken olduğum yere yapışacağım günü bekliyorum.


Bol bol çay kahve içtiğim, biraz okuduğum ve her şeyden üstün insanlığı seyrettiğim beş altı saatin sonunda, artık eve dönmem gerektiğini hissediyordum. Benim hayatımda, eve dönüş hissinin bile ruh ikizi vardı. Bu hissin eşi "Kırık" adında bir şarkıydı. Evren kendi yasalarına bir yenisini eklemiş, tüm alemde tek eşlilik gelmiş ve sanki ben bu kanundan muaf tutulmuştum. Bütün arkadaşları pikniğe gidecekken ayağı kırıldığı için evde kalmak zorunda olan çocuktum. Kurada kendi ismini çeken şanslı kişiydim. Yoklama alınırken ismi okunduğunda sadece kendi için bir şeyler çağrıştırdığından, yerine kimsenin "Burada değil." demediği öğrenciydim. Tuhaftır, orada olmadığını anlamak için farklı bir durum gerçekleşmesine gerek yoktur. Varlığının her zamanki yankısızlığıyla orada olmadığı anlaşılır. Kim bilir, belki de bu zahmetsizlik onu yavaş yavaş yok etmiştir.


Evrenin tek eşlilik kanunundan muaf olmadığımı hissettiğim tek yere, yatağıma kavuşuyorum. Sinekleri düşünmekten ve bunaltıcı sıcaktan uyuyamadığım için komodinin üstündeki kitaba uzanıyorum. Bir önceki günün gürültülü sessizliği var odalarda. Öyle ki yalnızca iki üç gün önce emanet bırakılmış muhabbet kuşunun neşeli ötüşü bile bu gürültünün gerisinde kalıyor. Kuşun cıvıldayışları maraton koşuyor ancak gürültüye yetişemiyor. Kaldığım yere elimi koyacak şekilde kitabı kapatıp, kafamı saman sarısı sayfadan papatya sarısı kuşa çeviriyorum. "Merak etme, benden daha önemli olduğunu biliyorum. Ben o üstün varlık değilim." diyerek gülümsüyorum. Sinekler için olanla aynı tebessüm. Tam kitaba geri dönecekken bu kez tamamen kapatıp yatağımın kenarına bırakıyorum kitabı. "Ama sen de benden daha aptal olduğunu kabul et." Elbette ki sözcüklerle cevap vermiyor, aptallığını sürdürmesini cevap olarak kabul etmezsek, aramızda hiç iletişim yok. Kenarında kafesiyle durduğu pencere açık. Anladım, diyorum, sen özgür olanların sesine neşeleniyorsun. Nasıl oluyor da bu kafesin içinde, kanatların hiç çırpılmadığı için terlerken kendi boyutlarında bir aynanın karşısına geçip neşeli ıslıklar çalabiliyorsun? Bu sıkıcı sohbetten sonra kitaba devam ediyorum. Tesadüf bu ya, şu cümlelerle göz göze geliyorum:

Siroz, o, doktorların bileceği iş. Kolay teşhis. Seni yalnızlıklar öldürdü. Seni umutsuzluklar öldürdü. Seni yalnızlık, iç yalnızlık öldürdü. Seni hikâyelerinde yarattığın insanların insan olamayışları öldürdü.*


*Çok Yaşasın Ölüler, Cahit Irgat