Bir teoriye göre insanların ağzından çıkan her ses her kelime sonsuza kadar yankılanıyormuş. İlk insandan günümüze bütün aşıkları düşün. Birbirlerine söylediklerini, ilan-ı aşkları düşün. Bütün ayrılıkları, kalan kalp kırıklıklarını, hepsini düşün. Hepsinin sonsuza kadar yankılandığını düşün. Şimdi ben sana ‘seni seviyorum’ desem sonsuza kadar yankılanır. Bu da; seni sonsuza kadar seveceğimin garantisidir. Falan filan, edebiyat karın doyurmaz, orası ayrı. Süslü lafları, şöyleymiş böyleymiş olaylarını bir kenara bırakalım. Her temas iz bırakmaz ama bazı dokunuşların izi geçmez. Sonrasında onunla yaşanacak bir bakış, bir temas, herhangi bir diyalog seni alır geçmişe, ‘o zamanlar’ diye adlandırdığın anlara götürür. Ondan gelecek bir ‘nasılsın’ sorusuna, onunla göz göze geldikten sonra, nasılsına verilebilecek tüm cevaplar dışında, onlarca kelime, cümle geçer kafandan da iki üç saniye durup, eyvallah dersin. Hızlıydım ben. Haddimden fazla, gereğinden fazla. Gittikçe hızlandım, hızlandıkça azaldım. Bir durup nefes almam gerek, nefeslenmem gerek. Hakkıdır, hakkımdır, yazılır, ilk kez de olsa son kez de olsa yazılır. Yazmak gerek, okunmasa da bilinmese de hatta belki anlaşılmasa da yazılması gerek. Bazı dokunuşların izi nasıl kalıyorsa, hayatların, hayatımın yazılması, bir izi olması gerek. Geldiysen şimdi, okuyorsan satırlarımı, sakın gitme. Sen kimsin deme, ben yazarım sen okumalısın; sen yazmalısın ve ben de okumalıyım. Evet evet, yine sana diyorum. Sana, size, yolu buraya düşmüş herkese. Çünkü eğer bu yanılgıya düşer de gidersen, gidersen geri döneceksin. Çünkü gidersen, kaybının büyüklüğünü göreceksin. Pek tabi, kaybın ben değil, ne haddime; fakat duyguların, değerlerin olacak kaybettiklerin. Şişirdiysem başını, affola. Hadi eyvallah.