Çok yoğun bir sis gibi geçiyorum sokaklardan belli ki. Karanlıkların içinde -sırf bana karşı göz aşinalığı olmadığı için insanlığın- rahatsız edici bir nem gibi nüfuz ediyorum tenlerine. Gün doğumu, bir şekilde insanların gözlerindeki perdeleri iki yana çektiğindeyse öfkeyle savuşturulan bir buhar kütlesine benziyorum. İnsanlar elleriyle öteliyorlar beni ve ben karşılık veremiyorum. Henüz üstümden geçen parmaklarının olduğu yerde zamanla ancak tamir edebileceğim boşluklar bırakırken, kendilerinin özne olduğu cümlelerde koşup oynuyorlar.


Bugün de diğerlerinden farklı değil şüphesiz. Henüz özenle satın aldığı montunu omuzlarına tam geçirememiş, ama işine geç kaldığı için bunu hiç önemsemeyen bir hanımefendi yanımdan öylece geçip gittiğinde anladım bunu. Tok sesleri yankılandı sivri burunlu ayakkabısının ve ben içten içe bana bir şeyler söylemek istediğini düşündüm. “Evet” diyordu aslında. “Evet, seni görüyor ve duyuyorum. Ama evden kaçmak için can atıyordum. Halbuki henüz geçen sene evlenmiştim ve hala yola çıkarken eşimin beni aşkla öpmesini bekliyordum. Sabah kahvaltıda kızarmış ekmek yiyip güzel havanın yanaklarımıza hücum etmesini konuşacaktık. Öyle ki bir zaman sonra evde kalıp bütün günümü onunla geçirme fikri boynumda şah damarı gibi atıp duracaktı. En sonunda ben; yıllarca açlıkla, mutsuzlukla, nefretle ve buna benzer birçok şeyle terbiye edilmeye çalışan bir çocuğun duyacağına benzer bir açlıkla ona sarılacaktım. Ama böyle olmadı. Çapaktan açılmayan sol gözüyle bana anlayamadığım işaretler yaptı ve beni uykusuna terk etti.” Kabul ediyorum meşgul hanım, ben seni anlıyorum.


Çocuklar duyumsuyorlardı beni garip şekilde. Ellerini bana doğru uzattıklarında, henüz uzamamış ve etten boğum boğum olmuş parmaklarının üzerinde gezinir, çocuk saflığına yenik düşen vasıfsızlığımla gülerdim. En çok böyle zamanlarda hayatımın belirli noktalarında yanlış yaptığımın farkına varır, etten ve kemikten bir boy aynası, bir sis olmamın tamamen benimle ilgisi olduğunu kabul ederdim. Ancak sonrasında, yaşını almış bir beyefendi, tıraş köpüğü kalmış boynunu bulunduğum boşluğun içine kadar uzatıp keyfimi iki paralık ederdi. Henüz sabah olmasına karşın, inanılmaz şekilde erkeklik kokar, ter ve losyonların içinde boğulur gibi olurdum. Halbuki onu da ‘ben’ duyabiliyordum. Bana bakmaya çalışıp göremezken, içinde kaynayan sözlerin hedefi bendim. Bana "Seni kabul etmiyorum." diyor ve üsteliyordu. "Caddelerin ortasında, sokakların köşelerinde, evime yeni aldığım kitaplığın duvara dayadığım sırtında, güzel otomobil reklamlarını esrarlı hale getirmek için kullanılan kan kırmızı ışıltıların kaynağında, yazılmış herhangi bir cümlenin içinde geçen herhangi önemsiz bir olayda, dünde, dünün o akılda yarım yamalak kalan ama ne zaman akla gelse zihinde bir tortu bırakacak kadar kuvvetli olan pişmanlıklarında, içten içe duyumsadığım bütün nefretlerin içinde, sen benim için ben olmayan her yerdesin. Ve ben seni kabul etmiyorum."


Kim haklı, hiç bilemedim. Yollar ve insanlar uzun süreler boyunca hikayelerini değiştirmeye ve beni, alımlı ama taş kalpli hanımefendilerin sırf kendi becerilerini gösterebilmek için yanında taşıdıkları kifayetsiz kavalyelermişim gibi gösteremeye devam ettiler. Belli ki etmeye de devam edecekler. Olsun varsın. Ben; kendini soyutlamış bir korkusuz korkak olarak, yansımalar ve ekseriyetle yok oluşlarla dolu bu keşmekeş içinde, kendi yaşantımı görünmez kılıp süzülüp gitmeye devam edeceğim.