Zaman gibi azar azar, hep aynı aralıkta. İncecik bir boruya, oradan da damarlarıma ulaşan sıvıyı seyrederken aklımdan bir zamanlar çok sevdiğim birinin söylediği şu sözler geçiyordu: "Bir gün gelecek ve sen bir hastane odasında yapayalnız öleceksin."

Sanıyorum vaktimin çok olmadığını hissettiğimden, bir insanın ancak düşmanına söyleyeceği türden acımasızlıktaki bu sözleri aklımdan geçirirken canım zerre acımıyordu. Öte yandan yalnız da değildim. Her ne kadar ne yaşadığının, nerede olduğunun pek farkında olmasa da yaşlı ve yorgun bedenine rağmen sevgili anneciğim doğduğum günki gibi ellerimi tutuyordu. Acaba beni tanıyor muydu? Kim olduğumun farkında mıydı? Müthiş bir soğukkanlılıkla mahalle düğünlerinde kullanılan beyaz, plastik bir sandalyenin tepesinde geçirdiği beşinci gündü. Ama biz bir düğünde değildik, cenazede de değildik. Belki de zavallı anneciğimin kafası bu yüzden karışmıştı. Kafa karışıklığı ve yaşlılıktan olsa gerek, evladı ölmek üzere olan birine hiç benzemiyordu. Tabi ya, öyle olsa gerek. Yaşlılıktan.

Kalbi inançla dolu bir annenin, hayatının çoğunluğunu hiçbir şeye inanmayarak geçiren evladı olarak belki de az önce zihnimden geçen sözlerin haklılık payı yüksekti. Yıllar var ki annemle hiçbir şey paylaşmamış, birbirimizi neredeyse hiç anlamadan, hatta belki tanımadan bir ömür geçirmiştik. Birlikte hastanede geçirdiğimiz ilk geceyi hatırlıyorum, dokuz yaşındaydım. Ben yine acil sedyesinde onun elini tutuyordum, hepsi geçecek diyordum. Haksız da çıkmamıştım, hepsi değilse bile birçoğu geçmişti ya da alışmıştık. Öyle ya da böyle, ki herkesin aslında yaptığı budur, hayatımıza devam etmiştik. Kısa bir süre içinde öncesi hiç olmamış, hayatımız hep böyleymiş gibi alışıvermiştik. Başıma gelenleri çok çabuk kabullenmiştim, bu yüzden kimsenin beni anlamasına ihtiyaç duymuyordum. Yapılması gereken neyse bir robot gibi tepki vermeden yapıyordum, onlara sadece anlamak kalıyordu ve benim dışımdaki herkes bu ulvi görevi başarıyla yerine getiriyordu. Çevremdekiler ve ben bir fabrikanın üretim araçları misali tıkır tıkır işliyorduk ve ortaya günler çıkıyordu. Bir yerde benim de başıma alışılmış bir şey geldi, büyüdüm ve bu fabrika eskisi gibi kusursuz çalışmamaya başladı. Ancak, hiçbir kutsalı olmayan biri olarak ömrüm boyunca yaptığım gibi yine haksızlık yapmaktan geri durup şunu söylemeliyim ki bu takoz ara sıra teklese de bugüne kadar iyi geldi: Otuz yedinci yaşıma.

Aslına bakarsanız tam otuz yedi değilim, birkaç ay sonra otuz yedi olacaktım ama olması gerekenin belki de tam aksine, benim için birkaç ayın pek bir önemi kalmadı. Hatta yanımda kalan tek kadının, annemin yaşlı bedenini bu plastik ve son derece rahatsız sandalyede ne kadar az görürsem kendimi o kadar iyi hissedeceğim. Siz inananlar için son günlerini mutlu geçirmek; acı çekmeden, huzurla ölmek pek önemlidir. Küstah ve kibirli kalplerinizle bunu herkes için dilersiniz. Çünkü hayattayken birbirinize huzur vermek gibi bir endişeniz yoktur ve akıp giderken ömrünüz, kimi geceler kulağınızda vızırdayan bir sivrisinek gibi ara sıra huzursuz eder hoyratlığınız sizi. Ama gamsızlığın getirdiği bu yersiz endişeyi ölürken bile anlamıyorum. Ne de olsa hiçbir bedel ödemeyeceksiniz. İnançlı biriyseniz dahi, sizin cennetinizde yangın çıkaracak ateşin kıvılcımı bile olamaz har için kullandığınız ruhlar. Hoyratlık kanunuzda düzenlenmiş son suç bile değil ama biliyorum, bana haktır sizi anlamamak. Son saniyemde dahi anlamayacağım düğününüzde kullandığınız şu plastik sandalyeyi evladı ölen bir annenin altına koyuşunuzu. Ve biliyorum, sizin için anlamayışımın geceleri kulağınızda vızırdayan gıcık bir sivrisinekten farkı olmayacak. Pat! Ellerinizi birbirine vurarak kurtulacaksınız ondan. 

Ben bunları düşünürken, odaya bir doktor ordusu geldi. O an annemin eskimiş gözlerinde biraz olsun farkındalık belirdi. Çenesi titremeye, yüzü bulutlanmaya başladı. Aylardan nisandı. Yan tarafımda yatan kalp hastası çocuğun annesi korkuyla doktorlara kulak verdi. Çemberime dahil olan herkes gibi endişe rüzgarımdan o da nasiplendi. Küçük yavrusuna benim sahip olduğum türden bir son düşünmeyi ürkek yüreği kaldırmıyordu. İyi düşün, dedi kendine, birbirinin aynısı olan yolların farklı yerlere varma ihtimali varmış gibi. Nesini yadırgıyorsam ummanın, ben bile bir şeyler umuyorum. Ben bile kendimi kandırmanın bir yolunu buluyorum. En basidinden yalnız ölmediğime inanıyorum, sanki herhangi birimizin başına başka türlüsü gelebilirmiş gibi. İnsanlıktan arınmayı en çok ölürken istiyorum ama daha insan olduğum başka bir an yok. Hatta bunu insan olmanın yoğun bir hali olarak düşünebiliriz. Kısıtlı bir zaman diliminde insana dair tüm duygu ve durumları yaşama hali aslında ölüme yaklaşmak. Ölüme yaklaşmak... Kafamda bu iki kelimeyi tekrar ederken farkında olmadan dudaklarımdan döküldü. Annemin yüzündeki gök gürültüsü yağmura dönüştü. Hastane odasında geçen günlerin sonunda bir nebze rahatlamış görünüyordu. Emeklerken başında oturup yürüsün diye saatlerce izlediği yavrusunu şimdi beyaz önlüklü bir ordu, ölsün diye bekliyordu. Belki aklı ara sıra bu gerçeği unutuyordu ama kalbinden kayıp hissi hiç gitmiyordu. Nihayet yaşlar gibi sözcükler de dayanamayıp dökülmeye başladı annemin dilinden: "Sen çok özel bir çocuksun biliyorum, belki de bu yüzden çektin bunca acıyı ve kimse senin etini kanatan yarayı görmedi. Sana sadece anne olduysam, arkadaş olamadıysam n'olur affet beni." 

Annemin beni ne kadar çok sevdiğini biliyordum çünkü o bir anneydi. Yine de bilmek yerine biraz olsun inanabilmeyi isterdim. Cevabını aradığım son soru olacağından habersiz, zihnimi hatırlaması için zorladım. Bu his, bu inançsızlık hayatımın tam olarak neresinde başlamıştı? Kim ilk kez benden kaybedilecek değil, kurtulacak bir şey gibi söz etmişti? Hatırlayamadım. 

Pat!