Yağmur hızlanmış ama o, adımlarını daha da yavaşlatmıştı. Yürüyüşü beklediğinden uzun sürmüştü ve doğal olarak yorulmaya başlamıştı. Küçücük ayaklarını sıcacık tutan botları sırılsıklam olmuşlardı ve parlıyorlardı. Bu siyah botları böyle temiz görmeyeli uzun zaman olmuştu. Deri görünümlü parlak eldivenlerle sarılı ellerini önden vuran rüzgarın etkisiyle etekleri geriye doğru hareketlenen paltosunun ceplerinde yumruk yapmış, bekletiyordu. Yağmur damlaları yüzüne çarpmasınlar diye başını hafifçe önüne eğmişti, kafasındaki kasketi yüzünü örtüyordu. Baştan aşağı siyah giyinmişti.
Islak kaldırımlarda yürürken kendini şehirdeki son insanmış gibi hissediyordu. Bir zamanlar dolup taşan bu sokaklar artık bomboştu. Çalışır durumda bir tek araç bile yoktu, binaların önlerinde çürümeye bırakılmışlardı sanki. Şehrin telaş, kaygı ve saf sinir kokan eski ruhunu yitirmesine seviniyordu bir bakıma, sessizlik ve sakinlik taşan bu yeni ruh hoşuna gitmişti.
Biraz dinlenmek için köşedeki mekânın cam kapısını iterek içeri girdi. Gözleri kasadaki genç adamın şaşkın gözleriyle karşılaştı. Kapatmak için son hazırlıkları yapıyormuş gibi bir hâli vardı bu gencin. Bu saatte kimseyi beklemiyor olmalıydı ki karşısında beliren üşümüş genç kadını görünce şaşırmıştı. Saat de öyle gecenin bir yarısı değildi, henüz karanlık bile çökmemişti. Sadece, insanlar evlerine daha erken dağılıyorlardı.
"Hoş geldiniz!"
"Kapatıyor muydunuz?"
"Kapatmak üzereydim ama önemli değil, buyurun lütfen."
"Teşekkürler."
"Rica ederim. Ne istemiştiniz?"
"Çayınız var mı?"
"Var ama biraz beklemeniz gerekecek. Yeni demleyeceğim."
"Beklerim, sorun olmaz."
"Peki, başka bir isteğiniz var mı?"
"Hayır, yok."
"Tamam, üst katta bekleyebilirsiniz."
Basamaklardan çıktı ve köşedeki masaya geçip camdan dışarıyı izlemeye başladı.
Isındığını hissettiğinde ayağa kalkıp ıslak paltosunu çıkardı ve yanındaki sandalyenin arkasına geçirdi. Kasketini masanın üzerine bıraktı, evden çıkarken kafasının arkasında topladığı saçlarının hâlâ düzgün durduklarından emin olmak istercesine saçlarını geriye doğru yokladı ve yeniden oturdu. Şimdi üzerinde kalın, boğazlı kazak ve keten pantolon vardı. Onlar da siyahlardı elbette.
Duyduğu araba sesiyle bakışlarını yeniden camdan dışarı yöneltti. Aracın silecekleri cama düşen yağmur damlalarını durmaksızın süpürüyordu. Yavaşça dönen kocaman lastikler asfaltta biriken suları etrafa saçıyorlardı. Sürücü, arabasını oldukça sakin ve yavaş bir şekilde kullanıyordu. Sanki artık hiçbir şey onun için bir anlam ifade etmiyordu, geleceğe dair umudu yoktu, üzerinde tarif edilemez bir bıkkınlık vardı sanki. Yine de onu yaşama bağlayan bir şeyler veya birileri olmalıydı ki aniden "Neler düşünüyorum ben böyle?" dercesine kendine gelmiş ve gaza basıp gözden kaybolmuştu.
Gözleri kaldırım kenarındaki su birikintilerinin üzerinde oluşan dalgaların, sakin bir müzik eşliğinde yumuşak hareketlerle dans ediyormuş hissi veren ağaç dallarının, koyu gri bulutlarla kaplanmış gökyüzünün ve karşısında uzanıp giden yolun her iki yanındaki binaların arasında geziniyorlardı. Sağ eli çenesinin altındaydı, parmakları üst dudağıyla alt dudağı üzerinde dolaşıyorlardı. Bazen izlemeyi bırakıyor ve uzak bir noktaya dalıp giderken yağmurun sesini dinliyordu, sağ tarafındaki parkın sınırları dışına taşan dallardaki yaprakların hışırtılarını duyuyordu. Önündeki cama yüzlerce, belki de binlerce damla düşmüştü ve düşmeye devam ediyordu. Cama çarpan her bir damlanın sesi için hoş ediyordu. Bazı çatılardan gelen ve diğer seslerin arasından sıyrılmaya çalışırcasına gürültülü çıkan seslerin bile ayrı bir havası vardı, rahatsız etmiyorlardı onu.
Aşağıdan bardak şıngırtıları duyuldu, kısa süre sonra da basamaklardan çıkan adımlar işitildi.
"Afiyet olsun." dedi ve sıcacık taze çayı genç kadının önüne özenle koydu. Kadın teşekkür etti ve kulplu bardağı iki eli arasında bekletti. Tekrardan yalnız kalınca sağ elindeki eldivenini çıkardı ve çıplak parmaklarıyla kulpu kavrayıp çayını içmeye başladı. Sıcak yudumlar dilini yakarak boğazından aşağı kayarlarken içini ısıtıyorlardı.
Bardakta bir parmak derinliğinde çayın acı kısmını bıraktı ve yanındaki sandalyede kurumaya bıraktığı paltosunu giydi, sonra kasketini başına geçirdi ve sağ eldivenini eline tekrardan taktı. Bir an, eskiden taktığı cerrahi maskesini arar gibi olmuştu ama evden çıkarken yanına maske almadığını hatırladı. Doğru ya, maske takmak artık zorunlu değildi. Henüz kulaklarının arkasındaki maske izleri bile geçmemişken dışarıda maskesiz gezmeye alışması biraz zaman alacaktı.
Bardağını aldı ve düşürmekten korkuyormuşçasına iki elinin arasında tutarak aşağı indi.
Eline aldığı bir kalemle önündeki kağıda anlamsız şekiller çizmekle meşgul olan genç adam, basamaklardan inen ayak seslerini duyunca hareketlenerek müşterisinin elindeki bardağı alıp mutfağa götürdü. İçinde kalan çayı dökmeye gerek duymadan lavabonun yanına öylece bıraktı.
Genç kadın, paltosunun cebinden cüzdanını çıkardı ve kağıt paralar ile bozukluklar arasında bakışlarını gezdirirken "Ne kadar?" diye sordu.
"Sizden herhangi bir ödeme almayacağım."
Karşısındakinin kendisini parasal anlamda sıkıntıda zannettiği düşündü. "Neden?" dedi. "Param var."
"Beni yanlış anladınız. İçimden böyle geldi," dedi ve gülümsedi. "İkramımız olsun."
Bu jest genç kadının hoşuna gitse de para ödemesi gerektiğini düşünüyordu, yoksa rahat edemezdi. Fazlaca zahmet verdiği fikrine kapılmıştı, bir de para ödemeyecek miydi? İtiraz etmek istedi ama kendinde o enerjiyi bulamadı. Bir an önce çıkıp evine gitmek ve yatağına uzanıp üzerindeki tatlı yorgunluğu iliklerine kadar hissetmek istiyordu. Cüzdanını paltosunun cebine geri koydu ve teşekkür edip kapıya yöneldi.
"Pardon," diye seslendi kasanın arkasında ayakta duran adam. Bir eli kapının kolundayken arkasına döndü genç kadın. "Nerelisiniz?"
"Neden sordunuz?"
"Pek de buralardan birisi gibi değilsiniz."
"Size bunu düşündürten nedir?"
"Görünüşünüz, giyiminiz."
"Anlayamadım, ne varmış giyimimde?"
"Üzerinizde siyahın asaleti var."
Gülümsedi genç kadın. Kapıyı kendine doğru çekti ve yağmurun altına attı kendini. Evine gidiyordu.
Cam kapının ardından, gitmekte olan kadını izleyen gencin aklında şimdi yalnızca bir soru vardı:
"Acaba adı neydi?"