Size, aslında hepinizin gördüğü ama içinizden hiçbirinin tanımadığı bir kadının hikayesini anlatmak istiyorum. Onunla ya tiyatroda ya baloda ya dolaşırken yahut onun odasında bir yerde rastlaştınız. Artık o, bu büyük aydınlatmaların olduğu sahneden indi; 30 yaşına geldi ve köyün birinde inzivaya çekildi. Ama 20 yaşındayken tüm Petersburg, koca bir kış boyunca onun çevresinde pervane olmuştu. Bunu tamamen unutmuşsunuz yüce Tanrı’m! Çünkü başka türlü hikayelerimi yayımlayamazdım, tabii eğer hatırlıyor olsaydınız. O zamanda toplumda onun hakkında bir sürü farklı şey konuşuluyordu. Yaşlı kadınlar onun son derece kurnaz olduğunu, yaşıtı olan kızlar aptal olduğunu, rakipleri onun çok iyi biri olduğunu, genç kızlar onun işveli olduğunu düşünüyorlardı. Süslü yaşlı beyler ise onun adı anıldığında bir şey söylemeyip manalı bir gülümseme ile geçiştiriyorlardı. Hatta bir tuhaflık daha ekleyeyim. Bazıları böylesine saf ve taze bir güzelliğin çehresinin yetersiz kaldığını söyleseler de onlara göre tam olarak güzel bile olmasa da yüzündeki ifadenin anlatılamayacak çekiciliği, geri kalan her şeyi silip atıyordu. Üstelik onun kocası 55 yaşındaydı ve bir kont unvanı taşıyordu, hali vakti ise şüphe uyandıracak biçimde oldukça iyiydi. Fikrimce bunların hepsi, herkesin hırsla peşinden koştuğu ve aralarından bazılarının oldukça yüksek bir ödeme yaptıkları genç bir kadına bu çekici ve aynı zamanda geçici şanı vermek için yeterli gibi görünüyor.


Hikayemin detayları çok da ahlaki şeyler değil ama size garanti veriyorum, onun içinde öylesine derin ve ahlaki kimsenin dikkatinden kaçamayacak bir anlam var ki “Peki ya genç kızlar?” derseniz eğer, evet onlara benim kitaplarımı vermiyorlar ama eğer bu hikayeyi rastgele bulurlarsa, yalvarırım, bu satırlardan sonra kitabın kapağını kapatın ve bir gece yastığınızın altında bekletin çünkü okumanız, size kötü rüyalar yaşatabilir. Genç kadınlar bu gerçek şeylerle dolu sayfaları okuduktan sonra, hayatlarında böylesine bir şey olmadığını hatırlayıp elbette betimlemelerim ve düşüncelerimin hakkını teslim edecekler fakat bunu kimseye söylemeyecekler, işte o zaman genç züppeler bu maceraların o günlerde sadece onlarla birlikteyken yaşandığını ve büyük bir çoğunluğunun tekrar olmasının imkansız olduğuna inanacaklar. Neredeyse hepsi sosyete hayatının monotonluğundan şikayet ediyorlar ama unutuyorlar ki peşlerinden koşulması için maceraların kovalanması gerekir, heyecanlı güçlü bir tutkuyla ya da rahatsız ederken merak uyandıran, sadece basit bir sorunun cevabına ulaşmak için bile 100 kez hayatını verebilecek karakterlerden birine sahip olmak gerekir ama işin sonunda farklı bir şey var çünkü dünyada ne varsa bizim için bir sırdan ibaret ve her kim bir başkasının kalbinin içinde ne olduğunu öngördüğünü düşünürse ya da en yakın arkadaşının bile tüm hayatını ayrıntısıyla bildiğini söylerse acı bir hataya bulaşmış olur. Her kalbin içinde, her yaşamda kimsenin kimseye açıp gösteremeyeceği, anlatamayacağı koşup giden bir his, bir an için görünüp kaybolan bir olay mutlaka vardır, işte onlar en önemli olanları ve genellikle hislere ve davranışlara gizemli bir yön veren şeylerdir.


Bizim bu kaygısız yüzyılımızda tutkulu ve meraklı insanlar oldukça az; çok değil bundan 10 yıl önce Petersburg’da onlardan biri yaşardı fakat kaderi onun karşısına hikayesini size anlatmayı arzuladığım anlaşılması oldukça güç bir kadın çıkarıverdi.


Aleksandr Sergeyeviç Arbenin 30 yaşındaydı –gücü ve olgunluğu bakımdan elbette- tabii eğer onun gençliği coşkun ve fırtınalı bir biçimde geçmemiş olsaydı. Hepimiz biliriz ki doğada birbirine zıt sebepler bize aynı sonuçları getirir: Atın toynakları çok yol gitmekten hep aynı yere basar.

İşte Arbenin’in böyle bir gençliği vardı!

Tekrar başlayalım.

O, Moskova’da doğmuştu. Doğumunun ışığı üzerinde parladıktan kısa bir süre sonra anne ve babası kimi sebepler dolayısıyla ayrıldılar. Babasının şehirde çıkan söylentileri anlamaya başladıktan sonra yapacağı tek doğru şey vardı ve o da tam olarak bunu yaptı, eşinden ayrıldı. 


Sasha (Aleksandr) babası ile birlikte kaldı. Bir yaşını doldurduğunda sütannesi ve dadısıyla onu bir arabaya bindirip Simbirsk’te bulunan bir köye yolladılar. Sergey Vasilyeviç de çok geçmeden oraya geldi ve evine yerleşti. Köy, Volga’nın kıyısında bulunuyordu. Bey konağından dağ yamaçları boyunca nehre kadar meyve bahçeleri uzanıyordu. Balkondan köyün puslu çayırları, mavi stepleri ve sarı bozkırları görünüyordu. İlkbaharda taşkın olduğu zaman nehir sanki denize dönüşüyordu, üzerinde ormanlık adalar oluşuyordu; üzerinde büyük sandalların beyaz yelkenleri bir görünüp bir kayboluyordu, akşamları burlakların şarkıları duyuluyordu. Bey evi, hemen hemen tüm bey evleriyle aynıydı: sarıya boyanmış ahşaptan bir çatı katıyla avlusunda ise tek katlı büyük müştemilatı, ambarları, ahırları ve çevresi kurumuş, seyrek aksöğütler ile çevrili bir set ile tam ortasında bulunan şatafatlı salıncakları ile dikkat çekiyordu; pazar günleri köyün ileri gelenleri salıncakların etrafına yığışırlardı, bazen evin hizmetçilerinden ikisi çok da güven vermeyen iki urganın arasındaki yarısı çürümüş tahtaya oturur, en nazik olan uşaklardan ikisi kalın halatların uçlarından tutmaya girişir, sonra oturan kadınları oldukça güçlü bir şekilde gökyüzüne fırlatırdı; çocuklar havaya fırlayan kadınlar çığlık atmaya başladıklarında sevinçten el çırpmaya başlarlardı ve bu herkes için oldukça neşeli bir şeydi. Belirtmek gerekir ki bey evinin avlusunda salıncak olması demek, atadan gelen iyi bir mirasın göstergesiydi, bu arada yabancılar bizleri ne de iyi yargılıyorlar: Yabancı bir Fransız’ın yol anılarında henüz geçenlerde okumuştum, güya bizim bey evlerimizin karşısında darağaçları dikilip duruyormuş. Fransız nüktedanca bunun, ya da öyle olmalı, kötü bir şey olduğunu yahut Rusya’da idam cezasının kaldırıldığını düşünmüş olmalı. Ah, zavallı salıncak!


Arbenin’in köylülerinin çoğu balıkçılıkla uğraşıyordu. Fırtına olduğunda balıkçıların eşleri ve kızları ağlayarak kıyıya doğru koşarlar, sıcak yaz günlerinde köylü kızları Volga’nın buz gibi akan sularında yüzerler, örülmüş kumral saçları köpüklü suyun üzerinde parlardı, coşkun kahkahaları ise uzaklara kadar ulaşırdı. Kışın hizmetçi kızlar çocuk odasına gelip dikiş dikip örgü örerlerdi, Sasha’nın dadısı onlara bu görevi vermişti, ayrıca küçük Sasha’yı da eğlendirmiş oluyorlardı. Onlarla zaman geçirmek Sasha’yı çok mutlu ediyordu. Onu severler ve öperlerdi, Volgalı eşkıyaların hikayelerini anlatırlardı ve onun hayal gücü müthiş bir cesaretin mucizeleri ve hikayelerin karanlık ve ilgi çekici resimleri ile dolardı. Hayal kurmak ona daha çekici geldiğinden oyuncaklarla oynamanın yerini hayalleri almıştı. 6 yaşında büyük bir hayranlıkla pembe bulutlarla kaplanmış ufku izlerdi ve pek de anlamadığı, içinden gelen bir heyecan onun ruhuna alev verirdi. Hep birinin onu sevmesini, ilgi göstermesini, yüzünü okşamasını isterdi ama yaşlı dadının elleri ne kadar da sertti! Babası onunla hiç ilgilenmezdi, ev işlerine bakar ve ava giderdi. Sasha şımarık ve keyfine göre davranan bir çocuktu. Henüz 7 yaşındayken evin vurdumduymaz uşağına sesini yükseltip istediğini yaptırabiliyordu. Kibirli bir tavır takınıp aşağılarcasına bir gülüş ile evin hizmetçilerini seyrederdi. Bu davranışları alışılmışın dışında bir sona ulaştı. Bahçede genellikle çalıları yerinden söker ve onları bahçenin yoluna savururdu. Bir sineği ezip öldürmekten ya da zavallı bir tavuğa taş fırlatmaktan gerçek bir haz duyardı. Ya onun yaşında biri için oldukça tehlikeli olan kızamık hastalığı onun yardımına yetişmeseydi, Tanrı bilir karakteri nasıl bir hale bürünürdü! Onu ölümden kurtardılar ama bu kötü hastalık onda ağır hasarlar bıraktı: Ne yürüyebildi ne de eline kaşık alabildi. 3 yıl boyunca oldukça perişan bir halde yaşadı; eğer doğa ona sağlıklı bir vücut vermemiş olsaydı çoktan ölüp giderdi. Bu hastalık Sasha’nın hem karakterinde hem de düşünce yapısında oldukça büyük değişiklikler meydana getirdi: Düşünmeyi öğretti. Diğer çocukların yapmaktan mutlu olduğu ve eğlendiği şeyleri o kendi içinde aramaya başladı. Hayal gücü onun yeni oyuncağı olmuştu. Boş yere çocuklara “ateş ile oynamayın” demiyorlar. Heyhat! Kimse Sasha’nın içinde böylesine bir ateşi gizlediğini düşünemezdi ancak o biçare bir çocuk olmanın tüm esaslarını birden kucaklayıvermişti. Acı çektiren uykusuzluk krizleri sırasında yastıklarının arasında boğulurcasına kıvranıyordu ama ruhunun derinliklerinde hissettiği hayallere dalarak bu acının üstesinden gelmeye artık alışmıştı. Kendini masmavi ve buz gibi dalgaların arasında, ormanın derinliklerindeki gölgelerde, savaşın gürültüsünde, gece dolaşmalarında, söylenen şarkılarda, Volga’nın fırtınalarında kendini Volgalı bir eşkıya olarak hayal ediyordu. Zihinsel gelişiminin onun iyileşmesini engellediği de aslında kuvvetli bir ihtimal…


Lermontov, 1837.


Eser kendi çevirimdir. Daha önce çevirisi yapılmamış bir öyküdür.