"Eskiiiiiciiiii, eskileri alırım. Eskiciiiii!”
Eşyanın eskisine de insanın eskisine de değer verirdi. Kimsenin beğenmediği, yüzüne bile bakmadığı eski eşyaları alır, bakımını yapar, tamir ederdi. Tamir edilemeyecek durumda olan eşyaların parçalarını söker, demirlerini satardı.
Etrafını da insanın eskisi sarardı. Evinde iki kelam edecek kimseyi bulamayan pir-i faniler, kıymetten düşen yaşlılar hep onun dükkânına uğrar, bütün gün onları dinlerdi. Onların pişmanlıklarla, keşkelerle, ahlarla dolu hayatlarını dinledikçe, bir gün o duruma düşeceğini düşünüp onlara acırdı.
Rahmetli babası da, “evladım, hayat her şeyi tecrübe edecek kadar uzun değil, sen başkalarının tecrübelerinden ders çıkar,” derdi.
Aslında şöyle biraz para kazansa, bu işi yapmak yerine bir antikacı dükkânı açmak istiyordu. Temiz bir yerde dükkân tutar, eli yüzü düzgün birkaç eleman da alırdı. En önemlisi sokak sokak gezmekten kurtulurdu.
Hayaller güzeldi ama o daha bu sene üç çocuğun okul masraflarını nasıl karşılayacağını kara kara düşünüyordu. Okulun hemen ardı ise bayramdı. Derinden bir of çekti. Çok düşünmek istemedi.
“Canlar sağ olsun da gerisine Allah kerim.” Dedi.
Kontağı kapatıp arabadan indi. Hoparlör susmasına rağmen beyninde hala bütün gün işittiği sesler çınlıyordu. Rüyalarında bile genellikle bu ses vardı.
Kamyonetin arkasını açtı. İçindeki eski eşyaları tek tek indirdi. En son arkadaki eski sobayı indireceği zaman, çırağı yardımına koştu.
“Usta yine mi bu sobayı getirdin? Kimse almadı mı?”
“Yok. İkisi de almadı. Lazım değilmiş. Aslında güzel soba ama…”
“Ağır be usta! İnsan yerinden kaldıramıyor.” Beraber indirdiler. Çırağı, alnındaki terleri fark etti:
“Usta çay!” Çok yorulmuştu. Gülümsedi.
“Hastaya ilaç mı soruyorsun? Kap gel.”
Sobayı çekiştirip kenara aldı. Kapağını yavaşça açarken:
“Bana kaldın emektar! Şahin abiye bırakırım, artık ne zaman bir alıcın çıkarsa… Bu ne böyle, içine tıkıştırmışlar. ” Sobanın içindeki poşeti fark edip, yakacak herhalde diye düşünürken poşeti açtığında şok geçirdi. Evet, yanlış görmüyordu. Bir poşet dolusu altın şu an elleri arasında duruyordu.
***
“Salih emmi, dedim. Ustam yoksa ben varım. Sen bana söyle ben ona iletirim. Ama o…”
Çırak onunla konuşuyor, durmadan bir şeyler anlatıyordu. Onun aklı, demin gördüğü altınlardaydı.
“Yüzlerce altın,” diye düşündü. “Allah benim karşıma çıkardı. Kaç kişiye verdim sobayı kimse almadı. Çalmadım ki ben, zorla da almadım. Benim kısmetim sanırım.”
Bütün hayallerini gerçekleştirmesine ramak kalmıştı. Evlatlarını düşündü. Bütün ihtiyaçlarını alabilirdi. Okul ve bayram masraflarını yapabilirdi. Evlendiklerinden beri onun fakirliğine sabreden hanımını sevindirebilirdi. Hem hayalindeki dükkânı bile açar, hayatını kurtarırdı.
“Allah bu malı bana gönderdi. Beni bu sıkıntılardan kurtarmak için…” Diye düşünse bile diğer yandan, bu malın sahibini düşünmeden edemiyordu. Bu para kendi alın teri, el emeği değildi. Üstelik sobayı aldığı evi biliyordu. Teslim edebilirdi. Sahibine ulaşabilecekken alıp bu parayı harcamak dürüstlüğe sığar mıydı? Gerçi çok zengin bir eve benziyordu. Kendine ve evlatlarına kıyasla bu paraya hiç ihtiyaçları yokmuş gibi duruyorlardı. Fakat bu para onlara aitti. İnancı ve ahlakı, bu parayı almasına izin vermiyordu. Bu malı sahibine iade etmesi gerekiyordu. Zira kimse hazır gelen -başkasının kazancı olan- bir paradan hayır görmemişti.
Hem, “dürüstlük” demişti ihtiyarın biri. “Dünyadaki en pahalı mülktür evlat. Her insanda bulunmaz.”
Bu onun malı değildi. Belki de, Allah onu imtihan etmek için bu malı onun karşısına çıkarmıştı. Bu kadar ihtiyaç içinde gelen bu mal, onu sınamak için avuçlarına konulmuş olmalıydı. Ve o bu imtihanı kazanmak istiyordu.
Hem, geleceğini bu haram mal üzerinden inşa edip, çocuklarının kursağından haram geçirmek ona yakışmazdı. Babası onların kursağından haram geçirmemiş, hayatı boyunca helal rızık peşinde koşmuştu. O da öyle yapmalıydı. Hızla ayağa kalktı. Sobaya yönelip poşeti çıkardı.
“Usta nereye? O poşet ne ki?
“Başkasının malı delikanlı, bize ait değil. Onu iade etmeye gidiyorum.”