Yüreği alışkın değildi. Akşama kadar taş ocağında taş kırmaya alışmıştı. İnsanların kalbini kırmayı ne bilirdi ne de becerebilirdi. Elinin ayarı çok inceydi, önceden çizgi çektiği yerlere vurmak zorundaydı. Azıcık kaydırırsa koca kaya ziyan olurdu. Çektiği çizgileri ettiği laflara benzetirdi. Yanlış laf incitirdi insandan doğan insanı. Vurduğu darbeleri de tam zamanında edilen laflara benzetirdi. Yanlış yere vurdu mu taş ziyan olurdu yanlış zaman da konuştuğunda ise edilen onca muhabbet yerle bir olurdu. Böyle adamlar kendini bilmeliydi, sınırını iyi bilmeliydi hem de. Akşama kadar kendi kendine konuşurdu. Kimle konuşacaktı ki zaten işçiler arasında onca mesafe vardı. Her biri farklı zamanda vururdu kayalara, çıkan sesler birbirine karışıyordu. İnsanlar da böyle değil miydi zaten? Herkes kendi derdini anlatıyordu, kimse kimseyi duymuyordu… Kayaları parçalarken o kadar sert vuruyordu ki kayanın üzerindeki toz havaya kalkıyor ve terlemiş yüzüne yapışıyordu. Çok fazla toz yutuyordu. Hatta bazen tozdan büyük köydeki derenin kumundan küçük parçacıklar boğazına yapışıyordu. Çömleğin yanına vardı, diz çöktü, suyu doldurdu. Suyu içmeden suyun sesiyle sanki suyu içiyormuş gibi ferahladı. İçmeye başladı, kana kana içti. Durdu, sonra bir daha içti. Suyu her içtiğinde bu tozlar midemde birikip taş olur mu diye köydeki öğretmene sormak istiyordu. Hem kafasının almadığı başka durumlar da vardı. Kendisi onca güç harcamasına rağmen kayayı zor kırıyordu da hızlı esen rüzgarda bile kopan çiçek nasıl deliyordu bu kocaman kayaları? Suyu içerken güneşe bakmasıyla gözünü çekmesi bir oldu. Yine aklına o gelmişti. Zaten bahane arıyordu onu düşünmek için hatta aklından hiç çıkmıyordu. Taşa daha sert vurmasının sebebi de çok özlediğindendi aslında. Fakat bu sabah gördüğü daha doğrusu göremediği zoruna gitmişti. İşi biter bitmez ona nasırlı elleriyle çiçek topluyordu. Köy yerinin içinde köylünün hayvanlarını koyduğu çok büyük bir ağıl vardı. Sevdiğinin evi oraya yakındı. Topladığı çiçekleri bazen ona verirdi bazen de ağılın gizli bir yerine koyardı. Sevdiği muhakkak gelir alırdı çiçekleri. Yonca onu bekliyordu. Patika yoldan ıslık sesi geliyordu, bu onların işaretiydi. Patika yolun ucunda güneşi arkasına almış yüzü tozdan bembeyaz olmuş Ayaz Ata geliyordu. Yonca’nın söyleyecekleri vardı. Söyleyemedi, sadece çiçeklerini aldı ve döndü. Aldığı çiçekleri iç tarafı mavi dış tarafı beyaz badanalı penceresindeki saksıya koyuyordu her gün. Koyduğu çiçeklerin sabaha kalmaz solacağını biliyordu ama yine de her gün koyuyordu. Çünkü Ayaz Ata sabah oradan geçecekti ve penceresinde o solmuş çiçekleri görünce mutlu oluyordu. Sabah Ayaz Ata yine oradan geçti, yine tebessümle baktı ama bu sefer solmuş çiçeklerini göremedi. Acaba Yonca hasta mı olmuştu? Yoksa başına bir iş mi gelmişti? Olacak iş değildi bu. Ayaz Ata anlam veremedi duruma. Diğer pencerelere baktı, solmuş çiçekler yine yoktu. Şaşırdı. Kayalara çok daha sert vurmaya başladı ama düşünmemeliydi. Yaptığı iş ihmâle gelmezdi. Düşüncelerine esir oldu bir anda. Acaba artık çiçek sevmiyor muydu? Ya da topladığı çiçekler eskisi gibi kokmaz mı olmuştu? Belki de Yonca daha güzel kokan çiçeklere ayırmıştı saksısını. Kendisine kızdı, toz yuta yuta kalbimde iyice taşlaştı dedi. Ellerini ısladı, yüzüne su çaldı. Susmam gerek dedi. Köydeki öğretmen bir kere ona “elinden bir şey gelmiyorsa susmak en iyisi” demişti. Öğretmeni dinleyecekti, okumuş adamdı öğretmen, suyunu içti ve sustu.