“Ama her şeye rağmen bütün canlılar ikinci bir fırsatı mutlaka hak eder.” diye sürdürdü sözlerini. Yatağın üzerindeki kumları toplayıp çiçeği sağlam yerinden yeniden dikti. Suyunu verdi. Bundan sonra bu çiçeklere daha da özen göstermeliyim diye düşündü. Bütün çiçekleri suladı. Yeniden yazı masasına oturduğunda vakit bir hayli ilerlemişti. Başını ellerinin arasına alıp ben ne yapacağım şimdi der gibi çaresizce içini çekti. Sağını solunu kontrol etti, bir şey arar gibiydi. “Olsun, olsun yine de yazmalı.” diye mırıldandı. Kalemi eline her aldığında aklına gelen o soru yine dilinin ucundaydı: “Dışın siyah, sen neden mavi yazıyorsun?” Tabii bir cevabı yoktu bu sorunun, sadece zihnini meşgul etmeye yarıyordu. Kâğıdı önüne çekip başladı sözcüklerini mürekkebe dönüştürmeye. Bu öyküsünde küçük yaşlarda ailesi tarafından terk edilen bir kızın hazinli günlerini yazıyordu. Her öyküsünde, içimizden birisini yazıyordu aslında. Belki bizim anlatamadığımız bir anımızı, duyunca “böyle de şey mi olurmuş kardeşim” diyeceğimiz bir anekdotu, bizim başımıza böyle şeyler gelmez diyen insanları, yani kısacası bizi yazıyordu. Yazdıklarının hepsi hayatın ta kendisiydi. Bu yüzden bir gün bunları okuyacak ya da okunması için bir şeyler yapacak birilerinin olabileceği inancı içinde yazıyordu. Çoktandır umudunu kaybetmişti açıkçası. Destek gördüğü kişi sayısı bir elin parmağını geçmiyordu bir türlü. Hele sabah yaşadığı olay ise bunların tuzu biberi olmuştu. Şimdilerde kimse böyle eserlere yaklaşmak istemiyor; bunları dergilerine koymayı bırakın, sizi bu eserlerle yayınevinin önünden bile geçirmek istemiyorlardı. Çünkü şimdilerde “onlara” edebiyat gerekli değil! Sadece “para” gerekli. O yüzden eski gelenekleri sürdürmeye çalışanlar onların pek de umurunda değil. Asla kendimi yazar veya edebiyatçı olarak görmüyorum ama onlardan on gömlek üstün olduğuma da şüphem yok! Şu anki edebiyatımızın ismi “kopyala-yapıştır edebiyatı” olmuş. Geçen gün gittiğim yayınevinde öğrendim bu acı tabiri. Ünlü yazar(!) -ilk defa görüyordum kendisini- bu eserini oluştururken “bilinen şeyleri anlattım” diyor ve ekliyor: “Bizim insanlarımız edebi nitelik aramıyor ki. Ben de pek anlamıyorum zaten işime geliyor. Sadece onlara duymak istediklerini söylüyorum. Onların; güçlü olduğunu, başarabilecek kapasitede olduklarını söylüyorum. Diğer on beş kitabımda olduğu gibi ‘kendilerinden başka değerli varlık olmadığını’ vurguluyorum. Tabii bunları duymak hoşuna gidiyor insanımızın. Zaten çoğu insanımız Sabahattin Ali’yi, Ahmet Hamdi’yi, Peyami Safa’yı, Sait Faik’i bilmiyor; tanımıyor. Ben de çok bilmiyorum, sadece sağda solda gördüğüm sözlerini kitabıma koyuyorum. Şöyle dediydi, böyle dediydi diye. Belki birazını değiştiriyorum, günümüze uyduruyorum; yani duymak istediklerine eviriyorum. O sözün kime ait olduğuyla ilgilenmiyorum zaten, kimse de ilgilenmiyor.” Yayınevi sahibi ise “Anlıyorum. Şimdi zaten talep edilen de bu. Kimse bana Sabahattin Ali’nin kitabını sormuyor ki. Hep bilinen kişilerin son çıkan ‘o kitabını’ soruyorlar. Ben halkıma karşı sorumlu olduğumu düşünüyorum. Bu yüzden siz ve sizin gibilerin eserlerini basmaktan, dağıtmaktan son derece mutluyum. Çünkü siz mutlusunuz, insanlarımız mutlu, ben mutluyum. Neden basmayalım ki sizin kitabınızı?” diyor. Dinlediklerim karşısında eserimi gösteremeden büyük bir yıkıma uğrayarak oradan ayrılmıştım. Demek ki dedim, ben insanlara duymak istemeyecekleri şeyleri anlatıyorum. Oradan ayrılırken, o kişinin saydığı yazarlar geldi aklıma. Hepsinden utanıyordum, kendi adıma da o kişi ve kişilerin adına da... Bu ülkede onların izinden giden azınlık bir grubun kaldığını bilmek de beni çok üzüyordu. Her şeye rağmen edebiyatın hakkını veren herkese dua ediyorum. Kalemleri bir an dahi durmasın.



Devamı gelecek...